ALLAH’IN DEVESİNE DOKUNMAYIN

logo5

ALLAH’IN DEVESİNE DOKUNMAYIN

SEMUD KISSASI:

Geçmiş çağlarda olup bitmiş bir mucizeyi değil, verdiği muazzam mesajla günümüzü anlatıyor. Öyle görüyor ki söylenmek istenen şudur. Rabbinizden size apaçık bir numune bir örnek veriliyor. Bu örneği şunun için veriyoruz:

Siz Semud ileri gelenleri; yeryüzünde bozgunculuk yapıyorsunuz. Zayıflara, güçsüzlere, kimsesizlere; arkası olmayanlara; sahipsizlere ve zayıf gördüğünüz herkese, her varlığa kaba ve küstahça davranıyorsunuz. Güç bizim elimizde istediğimizi yaparız; asarız, keseriz, kimse bizden hesap soramaz diye büyüklük taslıyorsunuz. İşte size hayatınızda çok önemli bir yeri olan Allah’ın şu devesi!   Allah onu vicdan ve merhamete gelmeniz, doğruluk ve dürüstlük yoluna girmeniz için bir alamet, bir nişane, bir gösterge olarak size örnek veriyor.

Diyor ki; şu Allah’ın dağında taşında otlanacak. Ona kimse dokunmayacak. Hiç kimse Onu nasıl olsa sahipsiz, arkası yok, başıboş otluyor diye ele geçirmeye, kötülük yapmaya, hele öldürmeye kalkışmayacak.

Kim bunu yaparsa Allah’a isyan etmiştir…

İyi dinleyin! Yeryüzünde kimsesiz gördüğünüz, sahipsiz sanarak talan etmeye, yağmalamaya kalkıştığınız her şey; kimsesizler, yaşlılar, çocuklar zayıflar, güçsüzler, her türden canlılar, hayvanlar bitkiler, dağlar, taşlar, toprak, hava, su, maden vs. Allah’ındır.

Bütün bunları Allah, insanlar istifade etsin diye yaratmıştır. Hepside birer ayettir. Sakın bunlara azgınlık ederek, büyüklük taslayarak, hepsi benim olmalı, bana hizmet etmeli diyerek saldırmayın.

Sonuç olarak, bundan böyle Allah’ın aranızda dolanan şu dişi devesine saldırıp saldırmamanız, sizin bu işlerden vazgeçip vazgeçmediğinizin, vicdan ve merhamete gelip gelmediğinizin, Allah yoluna girip girmediğinizin göstergesi sayılacak, seçin artık yolunuzu…

Kur’an’ı akıp geldiği gerçek tarihyaşayan hayat ve canlı tabiat mecralarından koparmak dediğimiz şey tam da bu.

Feryadının, hafızların ezberinden vaizlerin kürsülerine yankılanıp durduğu mabet duvarlarında değil; şehrin arka sokaklarında, karanlık gecelerin dumanlı, puslu mekânlarında, ateş pazarlarında, organ mafyasında, okul önlerinde vs. yaşadığına inanıyoruz.

Biz  buna “Yaşayan Kur’an” diyoruz.

Allah’ın devesine dokunmayın!” çağrısı Peki, bunun bugün anlamı nedir?

Öyle ki Semudlular kendi döneminin süper gücü haline gelmişlerdi. Sahipsiz bulduğu her şeyi talan etmeleriyle, saldırganlıklarıyla ve işgalcilikleriyle tanınırlardı. Ne garip, buralar bugün de saldırı, talan ve işgal altında!

Şimdi, aşağıdaki pasajda yer alan ayetleri okurken, lütfen olayın zamanını, mekânını ve aktörlerini, bugünün zamanı, mekânı ve aktörleriyle zihninizde yer değiştirerek okuyun…

“Semûd halkına da kardeşleri Salih demişti ki:

Ey halkım! Allah için çalışın, O’na ibadet edin. Sizin O’ndan başka tanrınız yoktur. Rabbinizden size apaçık sözlü uyarı geldi:

Bir gösterge olarak Allah’ın şu dişi devesi

Bırakın Allah’ın arzında otlansın. Ona dokunmayın; can yakıcı bir afete maruz kalabilirsiniz.” A’raf/73

“Hiç değilse Ad kavminin ardından nasıl hızla geliştiğinizi, yeryüzüne nasıl kök saldığınızı düşünün. Yazları sayfiyelerde kışları köşklerde yaşıyorsunuz. Artık Allah’ın nimetlerini düşünün de yeryüzünü talan etmeyin. ” A’raf/74

Halkının büyüklük taslayan ileri gelenleri, ezilen müminlere dediler ki:

Siz Salih’in Allah’ın peygamberi olduğunu kabul ediyor musunuz?

Onlar da “Elbette, getirdiği şeylere inananlardanız.” dediler. A’raf/75

Büyüklük taslayanlar dediler ki:

Biz de siz neye inanıyorsanız onları reddediyoruz.” A’raf/76

Derken Rablerinin emrini hiçe sayarak o dişi deveyi alçakça öldürdüler. “Ey Salih! Eğer gerçekten peygambersen şu diline doladığın afet gelsin bakalım” dediler. A’raf/77

“Çok geçmeden ansızın gelen şiddetli bir deprem ile sarsıldılar; kendi kâşanelerinde yüzükoyun serildiler.” A’raf/78

Salih o vakit onlardan yüz çevirmiş ve şöyle demişti:

Ey halkım! Gerçek şu ki ben size Rabbimin mesajlarını ilettim ve size nasihat ettim; fakat siz nasihat edenleri sevmiyorsunuz.” (A’raf/79

Görüldüğü gibi verilen mesajda “Allah’ın devesi” (nagatallah) tabiri, hemen sonraki cümlede “Allah’ın arzı yeryüzü” (arzillah) tabiri ile adeta tefsir ediliyor.

Bugün için denmek isteniyor ki:

Siz sahipsiz bulduğu her şeyi talan eden, siyasi ve askeri gücüne güvenerek, yeryüzünde hiç kimsenin size karşı koyamayacağını sanan, despotik, saldırgan ve işgalci bir güçsünüz.

Sahipsiz ve savunmasız bulduğunuz ülkelerin yer altı ve yerüstü kaynaklarına; petrollerine, doğalgaz yataklarına büyük bir iştah ve ihtirasla saldırıyorsunuz. Bunun için ülkeler işgal ediyor, dünya savaşları çıkarıyorsunuz. İşgal ettiğiniz sahipsiz ülkelerin kimsesiz çocuklarını toplayıp götürüyor, fuhuş mafyasında kullanıyor, organlarını satıyor, insan ticareti yapıyor, kâşanelerinizde köle ve hizmetçi olarak, fabrikalarınızda da ucuz işçi olarak çalıştırıyorsunuz…

Unutmayın ki yeryüzünde sahipsiz ve kimsesiz sandığınız her ne şey varsa işte o Allah’ın devesi (nagâtallah) tır; hava, su, petrol, doğalgaz, ağaçlar, bitkiler, ormanlar, çevre, kimsesiz çocuklar, garipler, ihtiyarlar, zayıflar, güçsüzler…

Kimsesiz ve sahipsiz otlanan şu “Allah’ın devesi” işte bunun işareti olacak. Bakalım aynı şeyleri hala yapıyor musunuz, yoksa vaz mı geçiyorsunuz…”

Malum, Hz. Salih bu çerçevede ısrarla mesajlar vermesine rağmen, o azgın ve saldırgan güruh kulak asmadı. İnadına “Allah’ın devesini” küstahça kesip öldürdüler.

Bu Salih de kim oluyormuş, ne diyor bu adam, hem Allah da kimmiş

Bütün dünyayı dize getirdiklerini, kimsenin onlara karşı koyamacağını, süper güç olduklarını, asla yıkılamayacakları söyleyerek burunlarından kıl aldırmadılar…

Ve günlerden bir gün korkunç bir depremle o çok övündükleri kâşanelerinde, korunaklı sayfiyelerinde, saray yavrusu malik hanelerinde yüzükoyun yere serildiler ve bir daha kalkamadılar. Yurtları viran, ülkeleri harap oldu…

Kulak ver ve dinle ey insanoğlu! Tarihin derin sessizliğinden gayrı

Onlardan önce nice kuşakları yok ettik. Onlardan bir ses bir seda işitiyor musun?” Meryem/98

Demek ki “Allah’ın devesi” örneği vaaz konusu bir menkıbe olsun diye anlatılmıyor. Tarih boyunca çeşitli örnekleri görülmüş, halen görülen ve bundan sonra da görülmeye devam edecek olan, can yakıcı bir insanlık sorununa parmak basıyor; sahipsizler, kimsesizler ve ezilenlere (mustaz’afin) karşı yürütülen her tür talan, işgal ve saldırıya insanlık, vicdan ve adalet adına ses yükseltmek…

Hz. Salih’in dilinden bize ulaşan Allah’ın sesi (kelimullah) bu olmak icap eder. Bugün bu sesi Kur’an’dan ilham alarak biz yükselteceğiz. Biz; yeni talan, saldırı ve işgallere karşı yeni Salihler…

Kulak ver ve dinle ey modern Semud!

SEMUD kısasında verilen mesajı günümüze taşıdığımızda karşımıza İsrail’in yaptığı soykırım çıkmaktadır. Yani İsrail “Allah’ın devesine dokunma!” Emrini çiğneyerek zalim kavimlerden olmuştur, sonu da onlar gibi olacaktır.

Mahmut AKYOL

 

 

 

 

KARDEŞİM EBU ZER

logo5

KARDEŞİM EBU ZER

Sizlere Kardeşim Ebu Zer üzerinden dinin canlı, dinamik, yaşayan ve isyan yüzünü anlatmaya çalışacağım.

Ey iman edenler! Hahamların ve rahiplerin birçoğu, insanların mallarını hem haksızlıkla yer, hem de Allah yolundan alıkoyarlar. Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanları acı bir azabın beklediğini haber ver. O gün biriktirip yığdıkları ateşte kızartılacak ve alınları, böğürleri ve sırtları onlarla dağlanacak. İşte bu bencilce biriktirip yığdıklarınız; haydi tadın bakalım denecek.” Tövbe/34

Kardeşim Ebu Zer, bu ayeti gerektiğinde herkesin yüzüne okurdu. Bazen Kâbe’de açıktan tek başına okurdu. Müslümanlar, nedense bu halini pek tanımadı.

Eğer İslam’ın gürleyen sesini, haksızlıklar karşısında susmayan yüreğini, Rebeze Çölünde nasıl gömüldüğünü bilselerdi, eminim bu yanlışa düşmezler, Ebu Zer’in kemiklerini sızlatmazlardı…

İslam tarihinde, toplumsal düzen ve düşünce karşıtlarına en keskin itirazları yapan, dürüstlüğüyle hafızalarda yer eden, Hz. Ali ile aynı frekans içinde yaşayan birisini bilselerdi, eminim Ebu Zer’i çok severlerdi…

Kardeşim Ebu Zer’in, İslam’la tanışması ilginçtir. Adını sıkça duyduğu peygamberin yanına Hz. Ali ile birlikte gelmiş ve Hz. Peygamberle sanki yıllardır tanışıyormuş gibi rahat tavırlarıyla selamlamıştı.

Kardeşim Ebu Zer’i, Hz. Muhammed’in ölümünden sonra yönetimde bulunan Hz. Osman ve Muaviye’nin yanlışlarını görmüş, sık, sık Medine’ye gelerek Hz. Osman’ı uyarmıştı.

Gidişattan memnun olmayan muhalif gruplar kendisinden yönetime karşı ayaklanma başlatmasını teklif etmişler ama Ebu Zer, bunu kabul etmemişti.

Hâlbuki Ebu Zer, Hz. Osman’a ilk biat edenler arasındaydı. Fakat Onun yaşlılığı ve yumuşaklığı sebebiyle başarılı olamayacağı konusunda endişe duymuştu.

İslam adına yapılan her hareketin içinde aktif olarak yer almıştı. Fakat Muaviye’nin Suriye’deki yanlışlarla dolu yükselişi, onun sesini yükseltmesine sebep olmuştu.

Hz. Osman devrinin ikinci yarısından itibaren başlayan Arap/Kureyş asabiyetine dayalı muhafazakâr/devletçi politikayı eleştirmeye başlamış, devlet olmanın ve fetih hareketlerinin getirdiği zenginleşme karşısında ‘Mülkün sahibi Allah tır’ sözüyle İslamın inşasına yeniden bu değer üzerinden başlanılması gerektiğini istemişti. Onun bütün isyanı ve karşı çıkışının sebebi bundan ibaretti.

Muaviye, Ebu Zer’in eleştirilerinden iyiden iyiye rahatsız olmuş, Hz. Osman’a haber göndererek sesinin kesilmesini istemişti. Hz. Osman da Ebu Zer’i Medine’ye çağırmış, huzura çıkan Ebu Zer‘e ulu orta yerde konuşmamasını’ söylemişti.

Fakat O yine de kıyasıya eleştirmekten çekinmemişti. “Yakınlarını tayin ediyorsun, adam ayırıyorsun” demişti.

Ebu Zer, İslam’ın en harlı döneminde ortaya çıkmış, bu uğurda akıl almaz fedakârlıklarda bulunmuştu.

Lakin İslam’ın yönetimini elinde bulunduranlar Onu sürgün etmiş, aç bırakmış deli muamelesi yapmış, olmadık eziyetlere, zorlamalara muhatap etmiş, fakat O, yine de yılmayarak ‘Sosyal Adalet’ in inkişafı için çalışmıştı.

Yukarıda söylenildiği gibi Suriye valisi Muaviye ile ters düşmüş, Muaviye’nin yüzüne Tevbe 34. Ayetini okumuştu. Devamında da, ‘Eğer bu yaptırdığın Saray Allah’ın malındansa hainliktir, kendi malınsa savurganlıktır’ demekle, ‘Sen Müslümanların haham ve papazı gibisin’ demek istemişti.

Muaviye bu ayetin Ehl-i Kitap hakkında indiğini, kendisini bağlamayacağını söyleyince Ebu Zer, ‘ayet her iki kesimi de muhatap alır’ demişti.

Ebu Zer’in eleştirileri halk arasında geniş yankı bulmuş, merkeze karşı çevreden bir muhalefet hareketi giderek oluşmaya başlamıştı.

Muhalefetin temel argümanı, ‘Arap/Kureyş/Emevi asabiyetinin giderek devleti ele geçirmesine’ duyulan tepkisinden ibaretti.

Çevredeki yeni Müslüman olmuş ‘mevaliler’ (Emevi olmayan Müslümanlar) kendilerine ayrıcalıklı muameleler yapıldığını iddia ederek, mevali hakları, adalet, eşitlik kavramlarını bayraklaştırdı.

Muaviye ise bu eleştirileri görmezden geldi ve Ebu Zer Rebeze çölüne sürgün edildi.

Muaviye’nin emriyle sırf yolda ölsün diye kızgın çölde yolculuğa zorlandı, aç/susuz şekilde sürgüne yollansa da O, yine de pes etmedi.

Zor durumda olmasına rağmen Muaviye’den gelen yardımları ret etti, metanetini yitirmedi, haline isyan etmedi. Bir kilim çadır içinde ömrünün son zamanlarını geçirdi.

Ölümünün yaklaştığını anlayınca Ebu Zer hasta eşine; ‘sarılacağı kefenin devlete ait olmamasını vasiyet etti’ ve birkaç gün sonra da vefat etti.

Eşi oradan geçmekte olan bir kafileden yardım istedi:

Ey Allah’ın kulları, şurada bir adam öldü. Cenazesini kaldıracak kimse ve üzerine sarılacak kefeni yoktur. O, Allah’ın Resulü’nün sahabesi Ebu Zer’dir’ diye seslendi.

Sonuç itibariyle Ebu Zer, yalnız da olsa, dinin isyan ve adalet yüzüyle yaşadı ve aynı şekilde yalnız öldü.

Acaba biz, Ona benziyor muyuz sorusunu kendimize soralım?

Mahmut AKYOL

 

‘LA İLAHE İLLALLAH’

logo5

‘LA İLAHE İLLALLAH’

Vicdanın kaynağı akıldır.

Yani Dinin kaynağı vicdandır.

Vicdan etrafından dönen her kişi, rahatlıkla din, vardır der.

Allah, insanoğluna yeryüzünde, Mabetsiz ve Mabutsuz bir dönem yaşatmamıştır.

Ancak tarih boyu iktidarlar, insanların vicdanlarını hep baskı altında tutmuştur.

Sebebine gelince:

İktidarlar, kendilerine karşı oluşan muhalefetleri ortadan kaldırmak istemişlerdir.

Emevi, Abbasi, Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye’de hayat bulan İslam, Sasani ve Roma’da oluşan inançların tipik bir tekrarı olmuştur.

İslam, kendi özünden devrini tamamlamadan sahneden çekilmiştir. Bu ‘İdeal İslam’ anlayışı, yeryüzünde varlığını yaklaşık 30-40 yıl sürdürmüştür.

Bu döneme ‘Asr-ı Saadet’ denir.

Din, ‘La İlahe İllallah’ tır.

Yani Allah’tan başka ilah yoktur.

Din, evrensel insan vicdanına seslenmiştir.

Allah, dış dünyada görünür bir nesne olmadığı için, bu görünmez gücün kabulü ve O’na ibadet  noktasında sorunlar yaşanmıştır.

Allah, insanın zihninde inkişaf etmiş, bu inkişaf insanın duyduğu acılar ve ihtiyaçlarından hareketle O’na ulaşmıştır. Yani Allah, senin kendisine ihtiyaç duymanı istemiştir.

Bütün toplumu bağlayan, bütün evreni kuşatan, topluma ve evrene hayat (ruh/nur) veren  bir güce insan her zaman ihtiyaç hissetmiştir. O da, insan zihninde Allah olarak belirmiştir.

Daha sonra dünyada devletler, Karunlar ve Hamanlar aracılığıyla otorite, baskı, kavmiyet, milliyet, cinsiyet ve mülkiyette eşitsizlik meydana gelince Allah, azgın ve sapkınlar için yeniden kendi içlerinden bir peygamber göndermiştir. Böylelikle Allah’ı, kitabı, peygamberler yoluyla öğretmiştir.

Kozmoloji ve Biyoloji verileri esas alındığında görülüyor ki Allah insana önce düşün, tabiatla uyumunu sağla, iş ve değer üret, daha sonra bana yönel çağrısında bulunmuştur.

Allah, ‘La İlahe İllallah’ı’  bir şiar ve slogan olarak kullanmıştır.

Yani ‘Allah’tan başka ilah yoktur, Allah’tan başka bütün Tağut otoriteler reddedilmiştir.

Ancak İslam, ’dinlerden bir din değildir’.

İbadetler diğer dinlerin görkemli tapınakları, din adamları sınıfı ve kendilerine özgü dini kıyafetleri, tütsülü ayinleri, kutsal gün ve geceleri, mucizeleri, kehanetleri bizde olmalıdır, denildiği andan itibaren durum değişmiş, kitaplar yenilenmiş, elçiler gelmeyi sürdürmüştür.

Mesela İran Kisra’ sının karşısına çıkan sahabenin ‘Baldırı çıplak çöl bedevileri sarayıma kadar niye geldiniz?’ diye sorunca o da, ‘İnsanları dinlerin zulmünden ve krallara ibadetten kurtarmaya geldik’ cevabını vermiştir.

Şimdilerde Müslümanların, İslam’ın bu misyonun dan başka bir şeylerle meşgul oldukları görülüyor.

Yani sahabenin dilindeki ‘din ve ibadet’ şu an hiç de bizimkine benzemiyor. Yani sahabenin söylediği ‘la ilahe illallah’ evrensel çağrısı, bizim söylediğimize hiç benzemiyor.

Mekke’de o gün Ebu Leheb gibilerin başını çektiği, Allah Kâbe, din ve ibadet istismarına dayalı tefeci bezirgânlarına karşı söylenen ve bir isyanı yansıtan özden söylenen ‘la ilahe illallah’  sözü bizim dilden söylediğimize benzemiyor!

O sahabenin dilindeki ‘din ve ibadet’ yansıtan ‘la ilahe illallah’ kelimesi, Kur’an’ın kullandığı anlama paralel olarak Kral saraylarında,  Ruhban tapınaklarında, bezirgân sofralarında ve gaza meydanlarında söylenilen kelama, bizim söylediğimiz söz hiç benzemiyor!

Üzülerek ifade etmeliyiz ki, indiği çağda zaten kullanılmakta olan ‘din ve ibadet’ kavramları sarayların, tapınakların ve bezirgânların dünyasından çekip alan ve ona bambaşka bir yön veren Kur’an, bugün ‘mehcur’ dur. Bu nedenle olsa gerek ki, ‘İslam dinlerden bir din’ olma yoluna girmiştir.

İşte bu sebeptendir ki, İslam Dininin inanana hayat veren kavramlarını yeniden canlandırmak, bizim en büyük meselemiz olmalıdır.

Yine söylemeliyiz ki bunları tespih çekerek, vird yaparak  diriltmek imkânı yoktur. Öyle olsaydı Allah bunu söyler, Allah’ın Elçisi da bu söyleneni yapardı!

Akit, Allah ile Müminlerin arasında yapılan bir anlaşmadır. Bu anlaşma metni, peygamber vasıtasıyla insanlara Allah tarafından gönderilmiş sözlerin bir bütünüdür.

Bu sözlere dayalı olan inancımıza göre Allah, görünmez bir güçtür. Akit; bu görünmez güçle yapılandır. Bu güce inanmak, kabul etmek ve güvenmek imandır. Ardında da ‘Anlaşmalarınızı bozmayın’ denir.

Günümüz Müslümanlarının en büyük problemlerinden birisi, beklide en birincisi; Allah’a inandıkları halde, o derece Allah’a güvenmemeleridir.

Garip değil mi, hem inanacak ve hem de güvenmeyeceksin. Bu bir çelişki değil midir?

İman etmek aslında ‘güvenmektir’. Bu da ‘göklerde ve yerde ne varsa‘ hepsinin Allah’a ait olduğu anlamına gelir. Her şey O’nun olduğuna göre, O’na ‘Senin her şeye gücün yeter, Sana güveniyorum’ demekten başka ne diyebiliriz ki…

Yağmuru yağdıran, nebatı bitiren, güneşi doğudan doğuran, gece ve gündüzü birbiri ardınca getiren, kışı ve yazı birbiri ardınca takip ettiren, canlıları üreten, ekinleri yeşerten, tüm rızık ve rızık kaynaklarını tükenmeden var eden Allah’tır.

Allah herkese kısmetini ayırmıştır.

Allah’a inanın ve güvensiz tipler olmayın.

Sonra münafık olursunuz.

Mahmut AKYOL

 

BİLGİ, İKTİDAR ve SERVET

logo5

BİLGİ, İKTİDAR ve SERVET

Hayatımızdan silip attığımız, içi boşaltılmış kavramlar üzerinde yeniden durmalıyız.

Bu kavramları yeniden hayatımıza kazandıra bilmiş olsaydık, dertlerimiz önemli ölçüde azalacaktı.

İçi boşaltılan bu kavramlar Bilgi, iktidar ve servettir. Yine bu kavramlar, insan hayatını kolaylaştırmak için vardır.

Allah Kur’an’ı Kerimde bu kavramları bazı sembol kişiler üzerinden anlatır.

Mesela iktidarı Firavun’la, serveti Karun’la, bilgiyi Haman’la anlatır.

Her üç figürde, fiil ve davranışlar zulme dönüşebilir. Zulüm, en büyük insanlık suçudur. Din dilinde bu suçun adı, günahtır. Allah, insan hayatını Adalet ve Zulüm denklemi üzerine kurmuştur. Yani bir yerde zulüm varsa, orada; adalet yok demektir.

Allah zulüm ve haksızlıktan uzak durmaları için kullarını, kitap ve peygamberlerle desteklemiştir.

Hakikat şu ki, ‘insanlarda bozulma, azma, sapma, unutma ve şeytanlarına uyma olmasaydı, kitaba ve peygambere gerek olmazdı.’

İnsanlar bozuldukları andan itibaren, susuzluktan çatlayan toprak gibi, Kitap ve Peygambere ihtiyaç duyuyor, yeryüzü adaleti arıyor demektir…

Kur’an’ı Kerimde Allah, sürekli şekilde insanın bilgi, iktidar ve servet sahibi olmalarını ister.

Akabinde Allah,  ‘Şüphe ile iman, adalet ile zulüm bir arada durmaz!’ buyurur.

Kur’an sürekli şekilde bilgi, iktidar ve servetin gerçek sahibinin Allah olduğunu söylüyor ve biz bu hakikatin etrafında dönüyoruz.

Bu inanç bizi ‘Tevhid’ anlayışına götürüyor. Yani her şey Allah’tan gelir, yine Ona döner.

Demem o ki bilgi, iktidar ve servet insanoğluna, sınırlı ve süreli şekilde verilir ki, insan çevresine ve tabiata zarar vermesin, hayatın dengesini bozmasın.

Kur’an’ın asıl geliş amacı, bu uyarıyı yapmaktır.

Din dilinde bu hassasiyete ‘takva’ denir.

Yani takva, Sevgilinin (Allah) istediği istikamette insanın edep ve adapla yaşamasıdır.

Yani zarar vermekten çekinmek, iş ve değer üreterek (ibadet) insanların hizmetine sunmaktır.

Açlık, yoksulluk, gelecek endişesi, ölüm korkusu insanoğlunu biriktirmeye zorlamıştır.

Hâlbuki insanın yediğinden, içtiğinden, giydiğinden ve önden ahirete yolladığından başka malı yoktur.

Biriktirip yığdıkları başkasına ait olup, haram olan şeylerdir.

Kişinin, ölmeden önce biriktirdiklerini ‘infak’ etmesi, erdemli ve ahlaklı bir davranıştır.

Ahlak, dinin hayatın içindeki halidir. İnsanın sınavı da buradadır.

Bir insanın mümin olup olmadığı sadece, kelime-i şahadet getirerek, namaz kılıp oruç tutarak, hacca giderek değil; infak edip etmediği ile de ölçülecektir.

İnfak, Müminle münafığı ayıran ölçüdür.

Ritüeller, Müslümanları terbiye içindir. İbadet ise hayat için, ötekinin kullanması için iş ve değer üretmektir.

Şeytanın ateşten yaratılması demek, insanın içindeki kötülük dürtülerinin ateş ile (öfke, şehvet, ihtiras) temsilidir.

Yani şeytan insanın içindeki kötülük dürtülerinin sembolik ismidir. Öfke, şehvet, ihtiras ateştir. Ateş yakıcı şeydir.

Şeytanın Âdem’e vesvesesi son güne kadar sürecektir. Hayatın dengesini bozmadan yaşamak, Kabil, Habil meselesi, son güne kadar sürecektir.

Salih’in devesi,

Nemrut ile İbrahim arasındaki tartışmalar,

Talut kıssası,

Karun kıssası,

Buzağı tapmak vs. kıssaların hepsi mülk ile ilgili meseleleri anlatır. Bu bakımdan insanın işi cidden zor olsa gerektir…

İşin garip olan tarafı şu ki, Müslümanlar Klasik tefsir yorumlarının dışına çıkamadıklarından, akletmediklerinden yapılanları, olup bitenleri, yorumlayıp sorgulayamıyorlar.

Mesela Hz. Peygamberden hemen sonra zuhur eden yalancı peygamber olayı, insanların eski ekonomik hayatlarına geri dönmek istemelerinin adıdır.

Peygamberimiz Medine’ye geldiğinde, ilk işi, insanların bahçelerinin etrafındaki duvarları yıktırmak olmuştu.

Ne gariptir ki Peygamberden sonra bu duvarlar yeniden çekildi.

İşte bu iş, Müslümanlar için yıkılmanın başlangıcı oldu.

Bütün savaşlar, duvarların yeniden yapılmasından çıkmıyor mu?

Bütün savaşlar bilgi, iktidar ve servet sahiplerinin emperyal duyguları yüzünden çıkmıyor mu?

İsrail’in Filistin’e uyguladığı zulüm bu yüzden değil mi?

Eğer İslam, inşacı bir damardan aktarılabilseydi, zamanımız insanının derdine deva olabilirdi.

Müslümanlar, zamanın getirdiği sorunlar arasında sıkışmıştır. Miadı dolmuş fetvalar, sorunları çözmemektedir.

İslam’da mübarek gün ve gece var mı?

  • Cuma, Müslümanların toplanma günüdür.
  • Kadir Gecesi, Kur’an’ın senin kalbine inmeye başladığı andır.
  • Kandil Geceleri, sonradan oluşmuş gecelerdir.

Devlet başkanlarınca peygamberin örnek alınacak tarafları var mıdır?

Tabi ki vardır. O, bütün devlet başkanlarına örnek bir icraat göstermiştir. Adalet, doğruluk, dürüstlük başta gelir.

Peygamberimizin kalbi melekler tarafından temizlenmiş midir?

‘Senin göğsünü şerh etmedik mi?

İnşirah Suresi, Ayet 1.

Senin içindeki sıkıntıyı gidermedik mi, genişlik ve ferahlık vermedik mi? demektir. Göğsün yarılması, kalbinin yıkanmasıyla bir alakası yoktur.

Şeytan mı suçludur, yoksa ona uyan mı?

Hem Şeytan suçludur, hem de ona uyan insan suçludur. Şeytan insanın içindeki kötülük dürtülerinin sembolik ismidir.

Mahmut AKYOL  

ZAMANIN SÖZLERİ: 2

logo5

ZAMANIN SÖZLERİ: 2

Sevgi ve merhameti sonsuz Allah’ın adıyla…

Rengini, kokusunu Allah’ın sevgi ve merhametinden alan Müslümanlara selam olsun.

Gecesi, gündüzü ve gönlü huzur içinde olanlara selam olsun.

İyi, güzel ve doğruluk içinde olan Müminlere selam olsun.

Yalandan, zulümden ve vebalden uzak duranlara selam olsun.

Yaratan, yaşatan, koruyan, kollayan, yarattıklarına yol gösteren Rabbime şükürler olsun.

Kuru kuruya bir sevgi olmaz. Paylaşmakla, bölüşmekle ve dert ortağı olmakla olur.

Eğer elinizde verecek bir şeyiniz yoksa sadece gülümseyin yeter.

Çünkü ‘Hz. Peygamber, gülümsemek sadakadır’ buyurdu.

Bu sözleri her tarafa yayınla…

Kur’an’ı Kerimin metninde tahrifat yoktur. Fakat onu anlamada çok tahrifatlar olmuştur.

Kur’an’ı Kerimin asıl amacı, toplumların arsında sevgi ve merhameti yaymaktır. Bu yaymanın yolu, mülk ve infaktan geçer. Paylaştıkça sevginiz, paylaşmadıkça bencilliğiniz artar.

Kıyamet ‘ayağa kalkmak ’tır.

Yani üstüne ölü toprağı serpilmiş bir halkın ayağa kalkışı demektir. Bunlar bu dünyada olacak işlerdir.

Kıyamet günü, ölümden sonraki hayatın, yeniden ayağa kalkışıdır.

Namaz, oruç, hac vs ibadetlerin anlamları çok derindir.

Sadece birini ele alalım.

Cemaatle kılınan bir namazın tek başına kılınan namazdan 27 derece daha efdaldir.

Dindarlığın ölçüsü çok derindir:

Komşusu açken tok yatan bizden değildir. Harama el uzatan, hayâdan yüz çeviren,  utanmayan, gönül incitmekten korkmayan, cehennem ateşini görünce ürpermeyen, yolda parçalanmış kuşa acımayan, bizden değildir.

Dediler ki:

Dünya hayatımızdan başka hayat yoktur. Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak zaman yok eder. ’Bu hususta onların bir bilgisi yoktur. Onlar sadece zanda bulunuyorlar.’  Casiye 24

Yani Zamanın yaratıcısı da Allah’tır. Hesaba çekecek olan da Allah’tır.

Hz. Peygamberimiz şöyle buyurdu:

Denizköpüğü kadar günahın olsa bile tövbe kapısı kapanmaz’.

Yani tövbe kapısı, günah sebebiyle kapanmaz. Buna zina, hırsızlık ve şirk dâhildir. Yeter ki ‘kul hakkı’ olmasın.

Kul hakkı, yediğin mağdurun hakkıdır. Dünyada helallik almak lazım gelir.

Âdem kıssası sembolik bir kıssadır. Âdem kıssasında gerçek üstü anlatım vardır. ‘Ekmek arslanın ağzında’ denildiğinde gidip hiç hayvanat bahçesinde ki arslanın ağzına bakıyor muyuz?

Şeytan, melek, Âdem…

Bunların hepsi insanı anlatır.

Şeytan insandaki kötülük dürtülerini anlatır.

Melekler insanda ve evrende Allah’ın iyilik güçlerini anlatır.

Âdem de insan türünü temsil eder.

Âdem dünyanın ilk masumiyeti iken, Şeytan vesvese verdi, kargaşanın içine soktu, Âdem kan dökmeye, fesat çıkarma başladı.

Şeytanın kendini Âdem’den üstün görmesi, yani kendini insanoğlunun kavminden, milliyetinden, cinsiyetinden daha ileri olduğunu öne sürerek kendini üstün görmüştür.

İslam’da gücü ele geçirmek esas itibariyle bir amaç değildir.

Bunun ne olduğu Hz. Peygambere sorulduğunda O da şu cevabı verdi:

Bir elime ayı diğerine güneşi verseniz davamdan vazgeçmem” demiştir.

Dava gücün ele geçirilmesi değil, Bilgi, iktidar ve servetin Allah’a ait olmasıdır.

Mucize aciz bırakan demek olup olağandışı değil; olmakta olana denir.

Mesela ayın yarılması değil; ayın kendisi mucizedir.

Hz. Peygamberi öksüzü korumasından, Yoksulun yanında olmasından, asla yalan söylememesinden, mert, dürüst, emin kişiliğinden ve güzel ahlak sahibi olmasından tanırız.

İslam’da ruhbanlık Kesinlikle yoktur. Olmadığı gibi İslam, ruhban sınıfını ortadan kaldırmak için gelmiştir.

Kur’an’da en sert eleştirilerin ruhban sınıfına yöneltilmiş olması bu nedenle şaşırtıcı değildir. Çünkü Hz. Muhammed bir ‘din adamı’ değildi.

Yeter ki arkadaşlıklarımız yalan olmasın. Zira yalandan  zulüm ve riyakârlık doğar. Şu üç günlük dünya için yalancı ve riyakâr olmaya ne gerek var!

Hepimiz bir damla sudan olmadık mı?

Sonunda aynı toprağa düşmeyecek miyiz?

O zaman bir birimize karşı kaprise, kibir ve üstünlük göstermeye, kin ve nefret duymaya ne gerek var!

Bunların altında kalmak, büyük vebaldir.

Mahmut AKYOL