KUR’AN VE DİN

logo5

KUR’AN VE DİN

Din yaşayan hayattır.

Eğer bir din yaşayan hayat için bir şey demiyorsa, o din ölüdür…

Bir din yaşayan hayat Mülkiyet, adalet ve velayet için bir şey demiyorsa o din ölüdür…

Kur’an’ı Kerim, Peygamberlerin hayatında önemli bir yer tutar.

Peygamberimiz bir adama dedi ki:

ne iş yapıyorsun

Adam da “tarlalarda ailemi geçindirmek için çalışıyorum” diye cevap verdi.

Peygamberimiz adamın elini tuttu, önce öptü, sonra eli yukarı kaldırdı, “cehennem ateşi bu ele asla dokunmayacaktır” dedi.

Kur’an’ı Kerim “Zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur

2/193

Bir tarafta ezan okunabilir, diğer tarafta çan çalabilirsin. Yeter ki zulmedilmesin.

Yukarı kattaki ineğe, aşağı kattaki soğana tapabilirsin, yeter ki zerre miktarda zulmedilmesin.

Adam:

Sen ineğe tapıyorsun derse,

Adamda:

sende ineğe tapıyorsun.

O da sana der ki “sen de eve tapıyorsun.

O zaman kınanan kınansın.

Kötü davranışlar kınanır, iyi davranışlar övülür.

Cenneti aynı zamanda dünyevi bir ideal olarak görüyorum. Cennetin bu dünyaya dönük yüzü, öteki dünyaya dönük yüzü de itikadımızı ifade eder.

Veda Hutbesi.

Onun düşünce, ruh ve gönül dünyasında hâkim olan esas kavramın adalet olduğunu görüyoruz.

Kur’an ruhu ile Peygamber vicdanı ve adaletinin bir araya geldiğini görüyoruz. Hz. Peygamber de önceden yer tutan bir kişinin barakasını önce yıktırıp, sonra da yaktırıyor.

Kur’an, yeryüzündeki mücadele perspektifine göre insanları zalimler ve mazlumlar diye ikiye ayırır.

Zulmün kaldırılması, mazlumların kurtarılması ve adaletin tesis edilmesi insana emredilen şeydir. Hayat da bu mücadelen ibarettir.

Şeytanın üç büyük günahı vardır.

Bunların olduğu her yer, cehennemdir.

Birincisi kibirdir.

Şeytan Âdem’i aşağılamıştır. Çamurdan yaratıldı diye kibir göstermiş, bir şeyi öbürüyle kıyaslayarak “sen kim oluyorsun?” demiştir. Bunu dediğin an kibir sahibi olursun.

İkincisi hasettir.

Âdem’de var olan özellikleri kıskanmıştır. Kabil de Habil’i haset, kıskançlık ve mülkiyet sebebiyle öldürmüştür. Kabil bir yere sahip oldu ve “burası benim” dedi. Habil de “hayır senin değil, herkesin” dedi ve öldürüldü.

Üçüncüsü hırstır.

İnsan önce sonuna kadar bir şeyi toplama, yıkılmayacak bir iktidara Sonra sahip olduklarıyla büyüklenir, kibirlenir nihayetinde başkalarının elindekini kıskanarak “onlara da sahip olayım” der.

Bir adamın doksan dokuz koyunu vardı. Diğer adamın da bir koyunu vardı. Doksan dokuz koyunu olan o bir koyunu almak istiyordu. Buna rağmen Hz. Muhammed zamanında dünya düzelmedi.

İnsanın yüz tane evi olmasının ne anlamı var?

Yağmur yağacak, nebat bitecek, güller açacak ve Allah rızkının sözünden dönmeyecek diyor.

Hz. Peygamber çıkıp da “fekku rakabe (kölelere özgürlük)”

Beled;13

Yanlarınızdakiyle eşit hale geleceksiniz, bunun için niye vermiyorsunuz

Nahl; 71

Allah yeryüzündeki rızık ve rızık kaynaklarını insanlar eşit bir şekilde kullansın diye yarattı

Fussilet; 10

Kadın, erkeğin kaburga kemiğinden yaratılmamıştır.

Kadın da erkek de Dünyada beraber çıkmıştır.

İnsanlar tek bir ümmetti. Onlar tek bir ümmetti. Bir ve eşitti. Fakat aralarında kibir ve kıskançlık sebebiyle (şurası senin olacak, burası benim olacak; şuna daha fazla sahip olacağım savaşı yüzünden) parçalanıp, ihtilafa düştüler. Sonra da Allah, peş peşe adalet’in yolunu gösteren peygamberler gönderdi.

Bakara Sûresi 213. Âyet

Müstağni olduğu için, kendi zenginliğini yeterli gördüğü için, insanoğlu kendini mutlaka üstün, yıkılmaz zanneder

Alak Sûresi’nin 6. Ayeti

Kur’an’ın ilk anlattığı kıssa, bahçe sahipleri kıssası, bugünkü tabirle burjuva denilen sınıf. O zaman onlara bahçe sahipleri deniyor. Tarım toplumu olduğu için bahçe sahibi olmak zenginliği ve serveti ifade ediyor.

Nimet sahiplerini bana bırak

Allah Musa’ya dedi ki,

Tâhâ Sûresi 18. Âyet

Bu nedir?

Musa cevap verdi:

Benim asamdır.

Allah, at onu dedi.

Şeklindeki diyalog büyük bir Sûfi olan Şakiki Belhi tarafından şöyle yorumlanıyor:

Benim” asam demek şirktir.

Bu yüzden “at onu” denildi.

Şimdi bu kültürden nasıl böyle bir kapitalizm çıkar ben anlamıyorum.

Benim Rabbim sırat-ı müstakim üzeredir

Hûd Sûresi 56. Âyet

Eğer siz bir şey yapıyor ve insanlara “ben böyle bir şey yapıyorum, siz de buna gelin” diyorsanız, ahlâk çağrısı yapmış olursunuz.

Siz bir laf ediyor ama o lafla kendiniz amel etmiyor, insanları da ona uymaya çağırıyorsanız, bu ahlâki bir çağrı olmuş olmuyor.

Allah, sırat-ı müstakim üzere olduğunu söylerken, rahman olduğunu da söylüyor.

Ahrette, kıyamette Allah rahmetiyle mi muamele edecektir, adaletiyle mi muamele edecektir?

Ahlâk der ki:

adam öldürmek kötüdür, bu katilliktir. Katil olmak gayri ahlâki bir durumdur ve ahlâksızlıkların başıdır.

Adalet der ki:

Kim kimi öldürürse; zengin, fakir, siyah, beyaz, doğulu, batılı oluşuna bakılmaksızın hesabı sorulmalıdır.

Hukuk da der ki:

Kim birisini öldürürse kısas edilmelidir, idam edilmelidir veya ona şu kadar yıl ceza verilmelidir.

 

Mahmut AKYOL

 

 

 

ALLAH’IN DEVESİNE DOKUNMAYIN!

logo5

ALLAH’IN DEVESİNE DOKUNMAYIN!

Çete, silahlı soygun yapan kimseye denir.
Kur’an’da “fesat çıkaran dokuz çete” vardır.

Hz. Salih’in kavminde “ateşe çağıran çete elebaşlarından” bahsedilir.

Şehirde yapıcı hiçbir şeye yanaşmayan boyuna yıkıcı davranıp fesat çıkaran dokuz çete vardı.”

Neml; 27/48

Onları ateşe çağıran çete elebaşları yaptık. Kıyamet gününde asla yardım göremeyecekler.

Kasas; 28/41

Kur’an, sahipsiz bulduğu her şeyi talan eden, “dokuz çete” ile herkese ait olan (kamu) üzerinde soygun, talan, hırsızlık ve yolsuzluk iktidarı kuran Semud Kavmi çetelerine, Hz. Salih aracılığı ile ortalığa sahipsiz bir deve salarak “Allah’ın devesine dokunmayın!” çağrısı yapar.

Allah’ın devesi” (Nagatallah), Türkçede “Allah’ın dağı…”, “Allah’ın suyu…” dememiz gibi sahipsizliğin, özel şahıslara ait olmamanın yani “kamu” malı olmanın ifadesi oluyor.

Bunlara dokunulmamalı, soyguna ve talana girişilmemelidir. Çünkü onların üzerinde herkesin hakkı vardır.

Malum, Semud Kavminin ileri gelenleri, Hz. Salih’in çıkışını, kurdukları “çete düzeni” için tehdit sayarlar ve o bildik kadim yönteme başvururlar.

Aynı şekilde Kur’an, halkını sınıflara ayıran, zayıfları ezen, erkeklerine kurbanlık koyun muamelesi yapan, kadınlarını hayasızlığa zorlayan ve böylece ülkede “devlet terörü” estiren Firavun yönetimine, Hz. Musa aracılığı ile “dokuz ayet” iletildiğini söyler.
“Biz Musa’ya apaçık dokuz mucize vermiştik. İşte İsrâil­oğulları’na sor: Musa onlara geldiğinde, Firavun: “Ey Musa, ben senin kesinlikle büyülenmiş biri olduğunu zannediyorum” demişti.”

İsra; 17/101,

“Şimdi de elini koynuna sok! O her türlü leke ve hastalıktan arınmış olarak, bembeyaz bir halde çıkacaktır. Böylece yılana dönüşen asa ve parlayan el, Firavun ve kavmine göstereceğin dokuz mucizeden ikisi olacaktır. Çünkü onlar, işledikleri zulümler yüzünden yoldan çıkmış bir toplum hâline geldiler.”

Neml; 27/12

Bir Yahudi arkadaşına Bizi şu peygambere götür de “apaçık dokuz ayet” hakkında soralım dedi. Bunun üzerine hep beraber Hz. Peygamberin yanına gittik. O ikisi soruyu sordular.

Hz. Peygamber şöyle cevap verdi.

  • Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayın
  • Hırsızlık yapmayın
  • Zina yapmayın
  • Adam öldürmeyin
  • Sihir yapmayın
  • Faiz yemeyin
  • İftira atmayın
  • Savaştan kaçmayın
  • Cumartesi yasağına riayet edin, dedi. Bunun üzerine o iki Yahudi ayağa kalktı ve Hz. Peygamber’in ellerini ayaklarını öperek şöyle dediler; “Şahadet ederiz ki sen peygambersin. Eğer kavmimiz tarafından öldürülmekten korkmasıydık, hiç şüphesiz sana tabi olurduk.” (Razi, Kurtubi, İbn Kesir)

Öyle anlaşıyor ki bunlar aslında Firavun yönetimine yönelik çağrılardı. Çünkü Hz. Musa’dan bu “dokuz ayeti” Firavun yönetimine iletmesi istenmiştir. Firavun ’un “ateşe çağıran çete elebaşları” bunlara uymaya çağırılmıştır.

Öyle ya, şu an ortada ne Salih var, ne Semud, ne Allah’ın devesi, ne Firavun, ne de Musa var. Bunlar toprak olalı binlerce yıl oldu… 

Mahmut AKYOL

 

 

KİTAP YÜKLÜ EŞEKLER

logo5

KİTAP YÜKLÜ EŞEKLER

Kur’an’da mal düşkünlerine ‘aşağılık maymun’ denir.

Yemede her türden yiyici takımına ‘domuz’ denir.

Zengin din adamına; ‘dilini sarkıtarak soluyan köpek’ denir.

Müddesir Suresinde, Mekke’nin zenginlerini en sert şekilde sarsan, Hz. Peygamber’i, tarihin meydanına elçi olarak atan, uyanışı başlatan, “Kalk! Haykır ve uyanışı başlat” demiştir.

Yine Müddesir Suresi özellikle ilk ayetleri, Mekke sokaklarını inletmiştir.

Surede isim verilmeksizin 9’lu çetenin en büyük zengini Velid bin Muğire’dir.

(Alak ve Maun surelerinde Ebu Cehil, Ebû Leheb gibi ilk 37 sure boyunca bu 9’lu çete deşifre edilir.

Surenin ilk bölümünde (1-10) Hz. Peygamber’e “Servet, menat, para beklentisi içinde olma” denilir.

Müddesir; 6

İkinci bölümde

(11-15) Velid bin Muğire el-Vahid deşifre edilir.

‘Tek başına yarattığım o adamı bana bırak.’

Uzayıp giden mal verdiğim, gözünün önünde oğullarıyla nimetimi döşedikçe döşediğim o adamı…

Hala gözü doymuyor; verdiğimden daha fazlasını istiyor.’

Üçüncü bölümde

(16-30) kâr-zarar hesabı yapıp duran bu tüccar karakteri ‘tanıyın bunları’ dercesine okunur.

Düşündü, ölçtü, kahrolsun nasıl da ölçtü. Canı çıksın nasılda ölçtü. 

Çevresine bakındı, kaşlarını çattı, surat astı.

Sonra sırtını döndü ve küstahça böbürlendi…”

Dördüncü bölümde

(31) konuyu hırsızca/arsızca yığdıkları servetlerinden saptırıp metafiziğe postalamak için dalga geçip dillerine doladıkları “ateşin muhafızları”, “19 melek, “Allah ne demek istedi?” gibi topu taca atma mazeretleri tek bir ayetle cevaplandırılır…

Dördüncü bölümde (32-48) cehennem tehdidi gelir.

Sizi ateşe sokan nedir?” diye sorulduğunda “Biz gerçek anlamda salât edenlerden değildik ve yoksulu doyurmazdık, günahkârlarla günaha dalardık. Hesap gününe de inanmazdık, gerçeğin ta kendisi olan ölüm gelinceye kadar hep böyleydik,” diyecekleri anlatılır.

“Şefaat ’in faydası yok” denir.

Buradaki şefaat “Servetiniz sizi kurtaramayacak” anlamındadır.

Şu ayette olduğu gibi “Şu halde onlara ne oluyor ki bütün hatırlatmalardan yüz çeviriyorlar?”

Sanki aslandan kaçan ürkmüş yaban eşekleri gibiler. Kur’an’da “eşek” benzetmesinin yapıldığı ikinci yer ise Cuma suresidir.

Medine’ye gelindiği için ortam değişmiştir.

Fakat “öfkenin” yöneldiği karakter ve tiplemeler hayret edilecek şekilde aynıdır.

Yine sureyi özetleyerek gidelim…

Cuma suresi iki bölümden oluşur. Yahudilerden bahseden birinci bölüm (1-8) ve Müslümanlardan bahseden ikinci bölüm (9-11).

Birinci bölüm mülkün sahibi (el-Melik) vurgusuyla başlar.

O’nun halkın içinden çıkan (ümmî) elçi seçtiği, onun insanları arınmaya (tezkiye) çağırdığı, Kitabı ve Hikmeti öğrettiği söylenir.

Hâlbuki daha önce açık bir sapkınlık içinde oldukları ve elçinin onlardan başkalarını da arınmaya, Kitabı ve Hikmeti öğretmeye geldiği haber verilir.

Kutsal bilgiye sadece kendilerinin sahip olduğu vehmiyle Kitap üzerinde tekel oluşturan bu zümre kendi dışında kalanlara da “ümmi” demektedir.

Onun için özellikle bölümün girişinde “halkın içinden çıkan elçi” (ümmi resul) vurgusu yapılmakta.

Kâbe’nin sorumluluğunu taşıyamayanlar nasıl kendilerini halktan ayırarak imtiyazlı sınıf yaratmışlarsa, halkın geri kalanı ile eşit hale gelmek istemiyorlarsa ve bunu hatırlatanı duyunca “aslandan kaçan ürkmüş yaban eşekleri” gibi oluyorlarsa, Tevrat’ın sorumluğunu taşıyamayanlar da aynı şeyi yapmakta ve “kitap yüklü eşekler” gibi olmaktadırlar.

Eşek” benzetmesinin her ikisinde de gerekçe aynı…

Ayrıcalık kibir…”

Mekke’dekiler hacılara su dağıtmakta ve fakat haccın ne anlama geldiğini bilmemektedirler.

Dünyanın en büyük “eşitlik gösterisi” ne ev sahipliği yapmakta, Kâbe’ye gelen mallara el koymakta, bunu kendilerini zengin etmek için kullanmakta, üstelik bunu yapıyorlar diye peygamberden “özel sahife” isteyecek kadar kendilerini halktan ayırmakta, imtiyaz yaratmakta ve halka tepeden bakmaktadırlar.

Genel halkın muhatap olduklarından ayrı kendilerine özel ayet gelmesini istemektedirler. Bu kadar da tuzu kuru, kibirli ve halk düşmanıdırlar.

Mekke’dekiler nasıl “aslandan kaçan ürkmüş yaban eşeği” gibi ise, Medine’dekiler de “ciltler dolusu kitap taşıyan eşekler” gibi olmuşlardır.

Mekke’dekiler “yaban eşeği” gibi ürkektirler çünkü mülklerinin elinden gitmesinden ödleri kopmaktadır.

Müddesir suresinde bu hırs Velid bin Muğire el-Vahid üzerinden anlatılmıştı.

Cuma suresinde ise Peygamber’i hutbede ayakta bırakarak “mal şamatasına” giden Müslümanlar üzerinden anlatılıyor.

Rivayete göre Medineliler alış veriş için şehre bir ticaret kervanı geldiğinde davul zurna çalarak karşılama yaparlardı.

Kervanın başına üşüşürler ve pazarlıklar yaparak malları alır-satarlardı.

Bu arada davul zurna sesleri arasında bağırıp çağrışmalar olur, şamata çıkardı.

Böyle bir kervanın geldiği sırada Hz. Peygamber mescitte hutbe irad ediyordu.

Mescittekilerin neredeyse tamamı davul zurna ile bağırıp çağrışmaları (mal şamatası, alışveriş eğlencesi) duyunca hutbeyi yarıda bırakarak çekip gittiler.

Hz. Peygamber’i ayakta yalnız bıraktılar.

Bu sırada mescitte 8–10 kişi ancak kalmıştı.

İşte bunun üzerine Cuma suresinin son ayetleri (9–11) nazil oldu.

Bu ayetlerin, vurdumduymaz bir edayla “Kitap bizde, nasıl olsa kurtulmuşuz” diye halktan koparak, “Allah’ın velileri” adı altında imtiyazlı bir sınıf/zümre oluşturanların anlatıldığı bölümün hemen altına yerleştirilmesi sizce neyi anlatıyor?

Öte yandan “ayrıcalık kibrine” ve “mal hırsına” karşı her iki surede de “ölüm” vurgusunun öne çıkarılmasının nedeni acaba ne olabilir?

Çünkü “Ölüm gelinceye kadar hep böyleydik” (Müddesir;47)

Allah’ın ayrıcalıklı/veli kulları iseniz hadi ölümü isteyen o zaman” (Cuma; 6) ifadeleri ayrıcalık kibri ve mal hırsı içindeki zihnin tam bir panzehiridir.

Bu durumda bütün imtiyazlar kaybolur ve sahip olunan her şey yok ulur.

Dümdüz edilip eşitlenirsiniz.

Aynı mecliste bulunmak bile istemediğiniz, surat asıp öbür tarafa döndüğünüz yoksulla aynı toprağın altına konulursunuz.

Onun için ölüm en büyük eşitleyici ilkedir.

Demek ki “kitap yüklü eşekler” Kitap yanında olduğu halde işaret ettiği yöne gitmeyen; halka, sokağa, yetimi korumaya, yoksulun yanında olmaya, paylaşmaya, bölüşmeye, eşitliğe, karışmaya, kaynaşmaya gelemeyenler oluyor.

Öyle ki Kitabın sadece “fiyatı” ve sağlayacağı  “kariyer” ve “ayrıcalık” onları ilgilendiriyor.

Kur’an’ın kime “Kitap yüklü eşekler” dediğini anladınız mı?

Anlamadınız ise benzetmenin yapıldığı Müddesir ve Cuma surelerini bizzat kendiniz okuyunuz.

Okumak yetmez, karşılaştırınız, günümüze getiriniz ve üzerlerinde en az yarımşar saat düşününüz ve “metin üzerinde çalışmalar” yapınız…

Ey “Ayet bizden bahsetmiyor” diye arkalarına bakanlar…

Ey yoksulla aynı mahallede olmamak için semt değiştirenler…

Ey “V.I.P. umre ziyareti Kâbe ayağınızın altında!” diye küstahça ilanlar verenler…

Ey Kâbe’ye (Velid bin Muğire gibi) 120 kilo altın işlemeli örtü asanlar…

Ey fabrikasına bir taraftan mescit açarak, diğer taraftan iftar ve sahur yemekleri vererek işçileri afyonlayan, öte yandan da “İslam’da grev yoktur, sendika caiz değildir” diye kitap bastırıp dağıtanlar…

Ey yıllardır Velid bin Muğire gibi hacılara su dağıtanlar, Kâbe’nin örtüsünü değiştirip duranlar…

Ebu Cehil gibi salât edenler, 40/1 yeter diyenler, abdestsiz yere basmayanlar…

Sizin Kitaptaki adınız işte budur: “Kitap yüklü eşekler.

Mahmut AKYOL

SÜLEYMAN’IN MÜLKÜ

logo5

Süleyman’ın Mülkü

Sad; Suresi 32 ayet

“Bir gün akşama doğru alımlı, soylu koşu atları önüne getirildiğinde, Ben malı (atları), rabbimi hatırlattığı için sevdim dedi. Derken (güneş batınca) onlar karanlığın perdesiyle gizlendi.” ona sevdirilmişti…

Sad Suresi:  34-35 ayetler

“Bakın, Süleyman’ı imtihan etmiştik. Sağlığı öyle bozulmuştu ki Tahtında sanki bir ceset oturuyordu. Sonra dönüp tekrar sağlığına kavuşunca ‘Rabbim, beni affet ve bana ardımdan kimsenin ulaşamayacağı görkemli bir egemenlik ver. Çünkü sen daima veren elsin; bundan hiç şüphem yok’ diye dua etmişti.”

Sad Suresi:  36 ayet

“Bu tevazu karşısında Biz de rüzgârı onun emrine verdik. Emriyle istediği yöne kolayca akardı.”

Sad Suresi:  37 ayet

“Bozgunculuk çıkaran bütün yapı ustalarını ve dalgıçlıkları da emrine verdik.”

Sad Suresi:  38 ayet

“Ve zincirlere bağlanmış diğerlerini de…” 

Sad Suresi:  39 ayet

“İşte bu bizim engin cömertliğimizdir. Artık dilersen başkasına ver, dilersen verme, hesabı yok dedik.”

Neml Suresi: 36 ayet

“Ve elçi gelince Süleyman: “Siz servetime servet mi katmaya geldiniz? Bakın Allah’ın bana bahşettiği şey size verdiği her şeyden daha hayırlıdır. Siz hediyelerle oyalanıp duruyorsunuz.”

Neml Suresi: 37 ayet

Varın kraliçenize söyleyin: “Karşı gelemeyecekleri ordularla oraya gelirim, aşağılanmış olarak onları yurtlarından çıkarırım”.

Bu anlamda örneğin İbrahim’e veya Süleyman’a mülk, verilmiştir. Bunada hubbu’l-hayr denmiştir.

Emriyle istediği yöne kolayca akan rüzgâr…

Yapı ustaları…

Dalgıçlar…

Zincirlerle bağlanmış diğerleri…

İnsanlardan, cinlerden, şeytanlardan, kuşlardan oluşan karşı duramayacakları ordular bunlardı… 

Bunlar Fenikeli denizciler, Babilin yapı ustaları, Hititli askerler ve çeşitli kabilelerden katılanlardan oluşan ordusuydu yani siyasi ve askeri gücüydü…

Rüzgârlar, Cinler, Şeytanlar, Kuşlar, o dönemde değişik kabilelerin ad, arma ve sembolleri, o devirde böyle isimle anılmaktaydılar.

Böylesi bir siyasi ve askeri güçle (mülk) rızık ve rızık kaynakları, tüm tabana yayacaktı. Zengin ile yoksul arasındaki uçurumu bilgi, servet ve  iktidarla kapatacaktı.

Süleyman Beytu’l-Mal’den aldığı maaş ile geçiniyordu. Hz. Peygamber gibi Gayet mütevazı yaşardı. Şahsi serveti yoktu. Varlıkta, yoklukta, hastalıkta, sıhhatte, iyi günde kötü günde daima mütevazı ve alçak gönüllü olur, ne oldum değil; ne olacağım ona bakardı. 

Oysa Kur’an Peygamber Süleyman’ı kişisel zenginlik sembolü değil; görevli olduğu kamusal zenginlikleri dağıtma (hayr) ve paylaştırma sembolü olarak vazediyordu.

Kur’an, her tür büyücülüğü, bu arada para, borsa, üçkâğıt ve üfürükçülüğü Süleyman üzerinden kesin bir dille reddediyordu.

Süleyman’ın mülkü hakkındaki gerçekler işte bundan ibaretti. 

Tarih boyunca sultanlar, krallar ve onların dalkavuk avanesi, hep cariyelerle dolu haremlerde, altın musluklu, gümüş

Ama…” diye itiraz edenleri “Süleyman’ın mülkü” diyerek susturdular.

Kurdular bir düzen, şeytanca telkinlerle oyalanıp durdular.

Kraldan alınan dolarlarla hazırlanan meal işte böyle oluyor. Çiçek, böcek, estetik, metafizik mi diyordunuz? Allah’ın Hz. Süleyman’a dünyada eşi benzeri görülmemiş bir servet verdiği… Zenginlik, şatafat, lüks ve servet içinde yüzdüğü… Onlarca karısı, 600 cariyesi, altından muslukları, gümüşten şamdanları, camdan havuzları olduğu…

Önce Süleyman’a verilen mülk neydi ve ne manaya geliyordu oradan başlayalım. “Süleyman’ı imtihan etmiştik. Sağlığı öyle bozulmuştu ki tahtında (sanki bir) ceset oturuyordu. Bu tevazu karşında Biz de rüzgârı onun emrine verdik. Emriyle istediği yöne kolayca akardı. Bozgunculuk çıkaran bütün yapı ustalarını ve dalgıçlıkları da emrine verdik. Ve zincirlere bağlanmış diğerlerini de…

 İşte bu bizim bağışımızdır. Artık ihsan et veya tut, hesabı yok” dedik.”

Allah Hz. Süleyman’a sınırsız servet vermiş ister ver ister verme bu bizim sana ihsanımızdır demiş.

Dolayısıyla bir Müslümanın sınırsız/hesapsız mal ve servete sahip olması caizmiş, buna bir sınırlama getirilemezmiş ve neden bu kadar zengin olduğu sorulamazmış, bu onun imtihanıymış…

Kur’an’ı “kerim” gözle okumamanın sonu işte budur.

Bu öyle bir “kör klavuz” okumadır ki daha isminde keremi, içeriğinde sürekli infakı, paylaşımı emreden bir kitabın peygamberine kalkar, “İster tut (cimrilik et) ister ihsan et” dedirtir…

Ona verilen makam-ı mahmud (övülmüş makam) buydu…

Evet, bir kamu adamı bununla ne kadar övünse azdır.

 Fecr; 20’de “Malı mülkü de sınırsız bir sevgiyle seviyorsunuz.

malı çok seven, yığdıkça daha çok seven” Gelelim “Süleyman’ın mülkü” hakkında bir başka şeytanca telkine…

Süleyman’ın onca mülkü “büyü” sayesinde elde ettiği yalanına…

Kendi sihirbazlıklarını, hokkabazlıklarını Süleyman’a ve ona vahyi getiren iki meleğe (elçiye) mal ediyorlardı.

Allah’ın vahyini okuma üfürme, cin çağırma, okunmuş ayet, kısmet bağlama gibi türlü şarlatanlıklara âlet ediyorlar, Süleyman’a inen vahyi büyücülük yolunda kullanmaya kalkıyorlardı.

Onlar hala vahyin asıl mesajını bırakıp böyle işlerle uğraşarak ruhlarını satıyorlar. Boş işlerle uğraşıyor, sihirden büyüden medet umuyor, vahyin berrak çağrısına sırt çeviriyorlar. Boyuna şeytanlık ve şarlatanlık peşinde koşturup duruyorlar. Bu yaptıkları üfürükçü bezirgânlık ne kötü bir iş bir bilseler…

Hz. Peygamber zamanında da vardı, bugün  de var. Gelen ayetler üfürükçü bezirgânın elinde nesneleşir. Ayetlerin esas amacını bırakıp üzerinden sırlı, gizemli, efsunlu, tılsımlı manalar çıkarır.

Örneğin şehrin arka sokaklarında kızlar diri diri gömülüyordur. Buna mani olmak için “Bu çocuklar hangi suçundan dolayı öldürüldü” diye ayet gelir. Gelen ayet tamamen praxis (pratik, sokağa dönük, amelî) bir çabayı öngörmektedir.

Fakat üfürükçü bezirgân bunu bırakıp suya batırıp çıkararak okunmuş ayet yapar, onunla güya hastalara şifa dağıtır, ‘kim bunu günde yüz defa okursa cennete girer’ der, ölülerin arkasından okur, en güzel hatlarla yazıp duvarlara asar,  ezber komasına girer, sayı değerini hesaplar, şifre arar vs…

Bu yaptıklarından dolayı da meslek ve menfaat temin eder. Öbür taraftan da şehrin arka sokaklarında kızlar diri diri gömülmeye devam eder.

Üfürükçü bezirgânın aklına bunlara mani olmak, bunun için meydana atılmak, mücadele etmek hiç gelmez.

İşte günümüzün üfürükçü bezirgânları da bunlardır. Bunlar, Hz. Süleyman’dan beri, üç bin yıldır Allah’ın ayetlerini böyle  üfürükçülük malzemesi yapanlardır.

Bunlar, inen ayetlerin gereğini yapmayı bırakıp medyumluk, cincilik, falcılık, kehanet, cin kovma, muskacılık, gizemcilik ile uğraşmaya devam etmişlerdir.

Mahmut AKYOL

 

DİNDE ZORLAMA YOKTUR

logo5

DİNDE ZORLAMA YOKTUR

Seçildiği meclisten “Dışarı!” diye bağırmak…

Bu kadına haddini bildirin” diye üzerine yürümek…

Bir esnafın ezan vaktinde ki dükkânını kapatmaya zorlamak…

İnsanların seçtiği dünya görüşü ve yaşam tarzı karşısında, tanrı’nın bekçisi pozlarına bürünmek…

İslami dünya görüşü ve yaşam tarzı üzerinde yapılan, zorbalıklara yazı yazmak meydanlarda, sokaklarda, nihayetinde mahkemelerde yüzleşmek…

Allah’ın kitabı der ki:

Sen ancak bir hatırlatıcısın. Dayatan bir zorba değilsin.”

Ğaşiye; 88/21-22

Ayette geçen ‘Sen ancak musaytır değilsin’ifadesindeki musaytır, Türkçede satır sallamak  kasap bıçağı kelimeleri aynı kökten gelir.

Mekke’de Sen bir dayatan zorba değilsin diyen Kur’an, Medine’de dayatan bir zorba nasıl diyebilir.

Eğer zorbalık Mekke’de kötüyse Medine’de kötüdür.

‘Baskı ve zorbalık kalmayıncaya ve din Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın. Şayet vazgeçerler, zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur.’

Bakara; 2/193

‘Dinde zorlama yoktur’

Bakara; 2/156

Kur’an, peygamber üzerinden tüm Müslümanlara, din adına satır sallayan zorba değil; hatırlatan ‘müzekkir’ olmaları gerektiğini söylüyor.

Bir kimsenin ‘din ilişkisi’ üç türlüdür:

  • Dine girerken, zorlama yoktur.
  • Dinde kalırken zorlama yoktur.
  • Dinden çıkarken zorlama yoktur.

Yani Namaz, oruç, hac, başörtüsü gibi hükümlerin yaşanması konusunda zorlama yoktur. Her üçünde de ‘devlet zorlaması’ yoktur.

Ne Kur’an’da, ne de Hz. Peygamber’in sünnetinde herhangi bir zorlama yoktur.

Herkes hesabını yevmil kıyamette Allah’a verecektir. Öldürmek, çalmak, yol kesmek, gasp, hırsızlık, vurgun, soygun, iftira, fuhuş, zina gibi can, mal, ırz ve namus güvenliğini tehdit eden, ortak iyiyi (maruf) yani insan (kul) haklarını alenen çiğneyen suçlarda hukuk (şeriat) vazedildiğini görüyoruz. Dünyanın her yerinde hukuk, özü itibariyle bundan ibarettir.

Bu nedenle, Hz. Ömer’in dediği gibi “adalet mülkün temelidir.” Bundan sapıldığı an meşruiyet kaybedilir.

Namaz kıldı diye hapis, oruç tuttu diye sopa, başörtüsü taktı diye sürgün vs. cezalar kişiyi haklarından mahrum etmek olur.

İşte burası, zorbalığı önlemekle görevli meşru otoritenin, bizzat kendisinin zorbalığa dönüştüğü yerdir. Bu durumda ise düğümü “ma’şeri vicdan” yani saf bir yürek temizliği içindeki halk uyanışı, kitle itirazı çözer…

Dinden çıkmak isteyen için de zorlama yoktur.

Dine girerken veya dine girdikten sonra zorlama olmadığı gibi dinden çıkarken de zorlama yoktur. Yani ‘Ben bu dinden çıkmak istiyorum

Diyen birisine ‘Çıkamazsın’ diye zorlama yapılamaz. Nasihat, irşat ve ahireti hatırlatma ile yetiniliyor.

Maide; 5/54,

‘Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar Allah’ı sever. Onlar mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı izzetlidirler; Allah yolunda cihad ederler; dil uzatanın kınamasından da korkmazlar. Bu Allah’ın lütfudur ki, dilediğine verir. Allah ise lütuf ve keremi pek geniş olan ve her şeyi hakkıyla bilendir.’

Yani musaytır (zorba) değil; müzekkir (hatırlatıcı) olmamız burada da isteniyor.

Çağımızda parayı yırtmanın veya bayrağı yakmanın devlete karşı gelmek olarak algılanması, hatta bazen anayasal düzeni zorla değiştirmek olarak yorumlanıp ölüm veya müebbet hapisle dahi cezalandırılması gibi.

Oysa o çağdaki insanlar bunu duysa “Bir kâğıdı yırttı veya bir bezi yaktı diye ceza mı olurmuş” derler ve şaşarlardı. Tıpkı bizim Ebu Hanife’nin Emevi sultanının kıldırdığı cuma namazına zorla götürülmeye çalışılması ve zinadan da işkence altında öldürülmesine şaşmamız gibi…

Bakınız, ‘Din bir vicdanı işi’ değil; ‘Vicdanla başlayan bir iştir.’ Kökünde sevgi ve merhamet, gövdesinde akıl ve vicdan, dallarında özgürlük ve adalet, meyvelerinde ise dünya ve ahiret mutluluğu vardır.

Tapınak ve keşiş dininden değil; gerçek hayat dininden bahsediyoruz.

Bu dinin kilisesi, papazı, din adamı, keşişi, rahibi yoktur.

İslam imanı halkın gönlünde yaşar, ‘ma’şeri vicdanda’ kök salar, özgür vicdanlarında boy atar.

Toplum için yaşam kaynağı olan ‘Adalet devleti’ vardır. Onunla da can, mal, akıl, nesil, ırz gibi insanoğlunun temel değerlerini koruyup kollar; her tür zorbalığa mani olur.

İslam’da devletin manası bundan başka bir şey değildir. Bir kimse İslam’dan döndü diye İslam’ın şerefi azalmaz. İslam kişiyle değil; kişi İslam’la şeref kazanır. İzzet ve şeref bütünüyle Allah’a aittir. Dünya zaten zorbalardan geçilmiyor.

Şu kalpsiz dünyanın kalbi’, insanlığın basireti ve vicdanı olan Kur’an’dan dahi din namına zorbalık çıkarılacaksa, artık “tuz” kokmuş demektir…

Mahmut AKYOL