KUR’AN’I KERİMİ DOĞRU OKUMAK VE DOĞRU ANLAMAK

logo5

KUR’AN’I KERİMİ DOĞRU OKUMAK VE DOĞRU ANLAMAK 

Dört elle sarıldığımız Kur’an’ı Kerim bize ne söylüyor?

Allah’ın hükümleriyle hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir.” Maide Suresi 44. Ayet

Kuran’ı Kerim okunduğu zaman, Ona abdestsiz dokunulur mu?

Evet…

Din, Kur’an ve Peygamber her hangi bir zihniyetin tekelinde değildir.

Evet…

Kâbe’nin taşı, toprağı kutsal değildir. Kâbe’nin taşı, toprağı dinin sembolüdür.

Evet…

Takım arması, forması o takımın sembolüdür.

Evet…

Bayrak bir milletin sembolüdür.

Evet…

Demek ki semboller milletleri, takımları birbirinden ayırt ederler.

Evet…

Allah’ın kelamı olan Yaşayan Kuran, İslam Dini’nin en muhteşem kaynağıdır.

Evet…

 Bu kaynağa ulaşmak için insanoğluna adalet, eşitlik, sevgi ve merhamet vermek yeterlidir.

Ayrıca evrensel bir din olan İslam’ın “devlet, iktidar ve otorite” hakkında ki görüşlerinin de bilinmesi gerekir.

Örneğin 1896’da cumhuriyeti savunan,  bu konunda risale yazan Hoca Muhiddin Efendi bulunmaktaydı. O yıllarda M. Kemal, henüz 15 yaşındaydı.

Demek ki Türkiye’de bir kesim halkı kendini cumhuriyet taraftarı görüp, diğer kesim kendini saltanat yanlısı görmektedir.

Biri cumhuriyeti ilan etmiş, diğeri onun İstiklal Marşı’nı yazmıştır. Biri bedeni olmuş, diğeri ruhu olmuştur.

Bu ortak iradede milletin tüm kesimlerinin (Askerler, Hocalar, Kürtler, İslamcılar vb.) katkısı vardır.

Kur’an’ın muhatabı insandır, amacı da insanın kurtuluşudur.

Kur’an metni ancak doğru okunursa anlaşılır. Yani, doğru okumak demek; hayata o gözle bakmak, o gözle görmek, o kulakla duymak ve o akıl ile akletmek demektir.

Bu yol, “Sırat-ı Müstakim” dir.

Sırat-ı Müstakimaydınlığa, selamete kavuşmaktır.

Zulmü yok etmenin ve adaleti hâkim kılmanın kitabı Kur’an’dır.

Eğer bir belde de zulüm var ise, o belde de Kur’an anlaşılarak okunmuyor demektir.

Kur’an bir istikamet kitabıdır.

Cihad” meydanlarına koşanlarla, “kervana” koşanlar hep aynı olmuştur.

Sizlere “İlmihal” bilgileri aktarmak, eskileri tekrar etmek istemiyorum.

Buna   “Metal yorgunluk” denir.

İnsan yorulmasa da dinlenmeye ihtiyacı vardır.

Bunun dışında insan hayatını prensip olarak kolaylaştıran sosyal düzen kurallar, (Örf/adet ve gelenekler) zamana ve zemine göre değişirler.

Mesela selamlaşmayı ele alalım. Bunlar aynı zamanda dini ve ahlaki değerdir.

Biz insanlara selam verirken her defasında selamın ne olduğu, selam vermenin yararlarının neler olduğu konularında fazla düşünmeden veririz/alırız. Adeta nefes alırken nefes aldığımızı fazla düşünmediğimiz gibi…

İşte insanın yaşarken duyduğu heyecan budur.

Müslüman, bu iman ve heyecanı bir ömür boyu duyar.

Müslüman’ı bu heyecan bazen taşırır, bazen coşturur, bazen de iflas etmiş sefil bir tüccar durumuna düşürür.

Çok geç olmadan, kendi özümüzle tanışmak ve varlığın diliyle yeniden doğabilmek için ötelediğimiz, ertelediğimiz ne varsa hayata geçirmeli ve hepsinden önce bilgilenip sonra fikir sahibi olmalıyız.

İgra!

Ruha vaat edilen tek kullanımlık bir yaşamdır.

Her Yokluk Bir Rahatlıktır”.

Diktatör; danışmadan sadece kendi keyfince hareket eden kişi iken, Tiran ise bunu değişmeyecek huy haline getiren anlamlarındadır.

Haram; hak gözetmeden bir değere ulaşmaktır.

Bir insana bir makamı hak etmediği halde verirsen, bu da haramdır.

Liyakat sistemini uygulamamak haramdır.

Devletin imkânlarını haram işlemeden kullanın, aksi halde haramzade olursunuz demek her vatandaşın hakkıdır.

Bizim imkânlarımız ile oluşan mevkilere, hak etmediği halde oturan yok mu?

Tarih boyu hep olup gelen bu tarza dikkat çekmek istedim.

Yiyici olmamak, yetim hakkı yememek, hükümleri birer emanettir.

Halk da emaneti ehline vermek için çaba sarf eder ve en uygun gördüğüne emaneti verir.

Yalancılık; gerçekleri kapatmak, örtmek, gizlemek, söylediği şeyi yapmamak veya ertelemek ilkesel değildir.

Bu kavramları hakaret kavramı olarak algılamak yerine, eleştiri olarak algılamak daha makuldür.

Bilindiği gibi, Kur’an’dan ayetler okuyan Müslümanlar, sonunda “Sadakallahulazım azim” yani, “Allah doğruyu söyledi” demektedirler.

Peki, “Allah doğru söyledi” de sen de doğruyu söyledin mi?

Sen ne yaptın?

Cevap yok.

Maalesef biz Müslümanların pek çok işi sadakattan uzak ve gösterişe dayalıdır.

Kur’an okuyacaksan Allah’ın öğrettiği şekilde okumalısın.

Yüzlerce ayette Allah, “anlayasınız diye size ayetlerimizi böyle açıklıyoruz” demektedir.

Dolayısıyla anlamadan, hatta ayetler üzerinde  Akıl etme, anlama, Kur’an’daki lafızların manasını derinlemesine anlamaya çalışma ve tefekkür etmeden nasıl Kur’an okuduğumuzu söyleyebilirsin!

Allah’ın belirttiği amaca matuf olmayan bir okumayı nasıl bir okuma sayarsın!

Senin amacın Allah’ın ne söylediğini anlamak mı yoksa hatim indirerek geleneği sürdürmek mi?

Hala, “anlayarak Kur’an okunduğunda hatim sayılır mı” sorusuyla karşılıyorsun.

Adamın derdi “hatim” indirmek.

Zannediyor ki sevabın büyüğü orada.

Allah, zaten onu sana indirdi.

Sen onu kime indiriyorsun?

Tabi, bu noktada saf niyetle Kur’an’ı anlamadan okuyan Müslümanların belki fazla bir vebali yok; asıl vebali olanlar, onlara bu geleneği öğreten ve hala dayatan hocalardadır.

Onun için, gelin Allah’ın istediği şekilde Kur’an okuyalım.

İmkânlarımızı zorlayarak sadece Ramazan ayında değil, her gün düzenli birkaç ayet anlayarak, üzerinde teakkul, tedebbür ve tefekkür ederek okuyalım ve gereğini yerine getirelim.

Kur’an’ın sahibi olan Allah’a karşı dürüst olalım.

Bu okumadan dolayı ne kendimizi, ne de başkasını kandırma yoluna gitmeyelim.

Hele hele Allah’ın ne söylediğini bilmeden “Allah doğru söyledi” söyleminden uzak duralım.

Önce ne söylediğini öğrenelim, sonra da “Allah’ım sen doğru söyledin” diyelim.

Allah, bizleri Kitabı doğru okuyan, doğru anlayan ve uygulayan Salihlerden kılsın!

Mahmut AKYOL

 

 

 

 

 

 

MÜTREF

logo5

MÜTREF

Kur’an-ı Kerimde yer yer suçtan, günahtan ve hatadan bahsedilir.

Ancak, “Dinde asıl olan ibahadır.” Kur’an’ı ete kemiğe büründüren Hz. Peygamber’in “kolaylaştırın zorlaştırmayın, sevdirin nefret ettirmeyin” sözü, hayatı günah tarlasına çevirmek isteyenler için bir engel teşkil eder.

Durum böyle olmakla birlikte, Kur’an’ı Kerim’de büyük günahtan da bahsedilir. Konuyu uzatmamak için ilgili Surelerin adlarını ve ayet numaralarını vermek yeterli olacaktır.

Şura42/36-37,

“Necm 53/31-32,

Vakıa 56/41-46,

İsra17/31,

Bakara 1/217-219,

Nisa 4/29-30-31” surelerinde ki ayetlere bakılabilir.

Bu ayetlerden anlaşıldığı üzere:

Büyük günahın mülk ile ilgili meselelerden çıktığı görülüyor.”

Dünyada hangi meselenin altına bakarsanız bakın, hepsinin oluşunda mutlaka mülk meselesinin yattığı görülür.

Hapishanelerde yatanların işledikleri suçlara bakın, sosyal hayatta meydana gelen olaylara, milletlerarası ilişkilerin sebeplerini araştırın, hepsinin altında yatan bir dilim ekmek ve o ekmeğin taksimine olan itirazdan kaynaklandığı görülür.

Benim görüşüme göre de Kur’an, insanların arasında oluşan mülk meselelerini dengede tutmak için gönderilmiş bir kitaptır.

Yani Kur’an’a sadece bir dua mecmuası gözüyle değil, insanlar arasındaki meselelere adalet getirmek için gönderilmiş olduğu gözüyle bakılmalıdır.

Bir kere daha söylemek gerekirse yeryüzündeki bütün olaylar, adalet ve zulüm denklemi üzerinden gider.

Kur’an teberrüken okunmaz, Olaylara onun ışığıyla bakılırsa; bunun böyle olduğu rahatlıkla görülür ve anlaşılır.

“Dünya ve Ahiret Allah’ındır, Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır.”

Ayetlerine bakıldığında görülüyor ki büyük günah; mülke sınır koymadan sahiplenmeye çalışmakmış. Büyük günah, bütün ayetlerde bu şekilde döndürülüyor.

İşte mülkü ellerinde bulunduranların yoksulların, muhtaçların, fakirlerin ve kimsesizlerin üzerinde hegemonya kurmalarına Kur’an, büyük günah diyor. Bunu da “Mütref” kavramıyla anlatıyor.

Mütref:

İnsanlar açlık ve yoksulluk içindeyken; zenginlerin bolluk ve refah içinde şımarmaları, vurdumduymaz olmaları olmuş oluyor.

İçki içmek, kumar oynamak, zina yapmak, altın biriktirmek gibi toplumun dengesini bozan davranışların içinde olmak mütreflik’tir…

Görüldüğü gibi, hayatı bencilce sahiplenmek, bu mülk benim diye kibirlenmek, baskı, zulüm ve zorbalık yapmak sosyal dengeyi bozuyor.

Hırsa kapılan insan, Allah’ın emrini yok sayıyor ve insanın dünyaya geliş gayesini kişiye unutturuyor.

Oysa mülk Allah’ındır…

Allah, göklerde ve yerde ki mülkünü kuluna göstereceği bir emek karşılığında kullanmasını istiyor.

Bu şekilde davranırsanız, sizin için emeğiniz karşılığında bir pay vardır,  onda da başkalarına bir hak vardır.” Deniyor.

Allah “eşitliği” (Fussilet; 10) , Rızık ve rızık kaynaklarını insanların eşitçe kullanmasını taksim ve takdir etmiş olmasına rağmen, insanoğlunun doymak bilmez hırsına engel olamaması sebebiyle, dünyayı yaşanmaz hale sokuyor.

Bu duygu içinde hareket eden Ebucehillerin, Karun’ların ve Haman’ların nesilleri, hırs tutkunları kıtalararası gezip, hayatı cehenneme çevirmeye devam ediyor. Kendi eliyle felaketini hazırlıyor.

Allah’ın çok büyük bir nizam verdiği dünyayı yaşanılmaz kılmaya kimsenin hakkı yoktur. Bu hakkı kendinde gören en büyük suçu işlemiş oluyor.

Aslında İlahî taksimatta her şey herkese yetecek şekilde düzenlenmiştir. Allah, yarattığı her canlı için gökten fazladan bir damla su indirmekte, yerden de fazladan bir nebat bitirmektedir.

Tekel, kast, sınıf, hiyerarşi ve hegemonya oluşturmaya kalkışmaya ne gerek var.

Ötekinin payına düşene göz dikmek, Karun gibi kendi fazlasına güvenmeye (müstağni) kalkışmaya ne gerek var…

Daha fazla mal toplamaya, kamu mallarını zimmete geçirmeye, üstünlük taslamaya, sınıf yaratmaya ve hegemonya oluşturmaya ne gerek var!

Sonunda hepsi bırakılıp gidilmiyor mu?

Benim görüşüme göre insanın imtihanı buradan başlıyor.

İyi dinleyin! Biz görünen görünmeyen birçok varlığı cehenneme atacağız. Onların kalpleri vardır kavramazlar, gözleri vardır görmezler, kulakları vardır işitmezler. Onlar hayvanlar gibi hatta daha da aşağıdırlar. Onlar kör kütük yaşayanlardır.” 7/179

Yine de en doğrusunu Allah bilir.

Mahmut AKYOL

 

 

DİNİ HAYATA DÖNDÜRMEK

logo5

DİNİ HAYATA DÖNDÜRMEK

Diyanet İşleri Başkanlığı; ‘Terörü önlemenin yolu, gönüllerdeki çukurları kapatmaktan geçer’ diyor.

Elhak, doğudur.

Fakat hangi İslam?

Gönül çukurlarını kapatacak bir İslam!

İşte temel mesele budur…

Müslüman’ın başına gelen felaketlerin sebebi, ‘Sorgulanmamış eski İslam Kültürüdür.’

Yani, Müslüman’ın başına gelen felaketler, ‘Muhafazakâr’ İslam anlayışıdır.

Yani, Emevi dönemiyle başlayan, Abbasi, Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemiyle devam eden; ‘Muhafazakâr’ İslam anlayışıdır. Bu anlayış, İslam zırhına bürünmüş Hint’in Tasavvufu, İran’ın Mitolojisi, Şaman ruh anlayışı, Arap Kültürü ve Irkçılığıdır. Ne acı bir durum…

Hâlbuki Allah tarafından yeryüzüne insanları terbiye etmek için bir din gönderilmiş, şimdi insanlar İslam ile terbiye olmaya çalışıyor.

Çünkü bu kavramlar, yani Karun, Firavun ve Haman’la din eksik kalacak, Allah’ın Dininin yeryüzüne niçin geldiği bilinmeyecektir.

Herkes Cahiliye Dönemi için yani Lat, Menat   Uzza etrafında dönüp duruyor…

Lât, yeryüzünde beşeri otoriteyi,

Menat, Parayı temsil etmek için kullanılmıştır.

Uzza, güç ve kuvveti, bütün bunlara gem vurmak ve temsil etmek için kullanılmıştır.

Beşerin gönül çukurlarına kapatılmayacak, tahakkümü altında kalan masum ve mazlumlar için feryatları dinmeyecektir.

İnanıyorum ki, her kemalin bir zevali olduğu gibi bu tiranlıklarında bir sonu olacaktır.

İnsan egosuna gem vuracak olan Allah’ın dini ve kitabı ile bu azgın ve sapkın güçler, terbiye olmamak için direnseler de, kendi elleriyle kendi sonlarını  hazırlayacaklardır.

Müslümanların gafleti, Allah’ın dini ve Kitabını şeklen görmüş olmalarıdır.

Aslında din ve kitap ruhundan, tarih, tabiat ve hayattan koparılmıştır.

İslam sadece ezberden ibaret kalmış, muska yapılarak boyunlara asılmış, bir ölü olduğunda hatırlanacak hal almıştır.

İddia ediyorum ki:

Kur’an; metin olarak tahrif olmamıştır. Fakat yaşayan bir din, yaşayan bir Kur’an ve yaşayan bir Sünnet’te kalmamıştır.

İslam Dünyasının hazin durumu zaten bunu ispatlamaktadır.

Bir misal vermek gerekirse:

Muhafazakâr Müslümanlar peygamberin ruhunun aramızda dolaşıp durduğunu, bedenen yaşadığını, Ona salatü selam getirmek gerektiğini, hatta bazı ayrıcalıklı kulların onunla konuştuklarını, dünya insanlığın istişarede bulunduklarını söylemektedirler.

Sormak gerekirse; ölülerin ruhlarıyla konuşmak büyük bir iftira değil midir?

İslam, ‘Mülk, Mucize ve Mevzu’ konularında ki yanlış anlamaların, doğrularla düzeltilmesi gerekir.

Değilse, bu sapkınlıklara bir son vermek mümkün olmayacak ve vicdanlar derin bir nefes alamayacaktır.

Unutulmasın ki, insan arzularını tatmin maksadıyla oluşturulacak her haksızlık insana kötülük getirecektir.

Otorite, (Devlet, saltanat, taht, egemenlik, ulus)…

Güç, (silah, petrol, toprak, nüfuz)…

Para, (sermaye, banka, altın, gümüş, dolar, Euro) için yeryüzünde kan dökülmeye, fesat çıkarılmaya devam ettikçe, kan ve gözyaşı dökülmeye devam edecektir.

Yaşadığınız çağa dikkat edin…

Otoriteden emperyalizm, güçten faşizm, para hırsından kapitalizm doğmuyor mu?

Yine dikkat edin…

Memleketin başına gelen en büyük felaket, muhafazakârlıktan, Sorgulanmamış eski İslam Kültüründen, yalan, iftira, çarpıtma ve İslam ahlakında yeri olmayan bilumum fasit işlerleden ileri gelmiyor mu?

Herkes düşünsün…

Hayatımızın neresinde bir sıkıntı varsa, orada bir İslamsızlık göze çarpmıyor mu?

Artık İslam’ın daha çok siyasi, sosyal ve iktisadi bakımdan sorunları yenilenmelidir. Bu bakımdan her aklıselim, ortak bir akılda birleşmeli, İçtihat kapısı yeniden açılmalıdır.

Din sürekli söylenen fakat gereği yapılmayan şey değildir.

Din geleneğe/folklora dönüştürülmemelidir.

Değilse din hayattan çekilir/gider…

Peki, din hayatın içine nasıl döner?

İçinde bulunduğumuz yok oluşa doğru giden yıkılış nasıl durur?

Benim görüşüme göre Kur’an tarih, hayat ve tabiat bağlamında yeniden okunmalıdır.

Dini düşünce hurafelerden temizlenmelidir.

Sorgulanmamış eski İslam Kültürü sorgulanmalı ve yeniden inşa edilmelidir.

Deforme olmuş zihinlerdeki İslam algısı yenilenmelidir.

O zaman İslam Âleminin sorunları son bulur, terör de sorun olmaktan çıkar…

Mahmut AKYOL

İSLAM’A BİR ÜÇÜNCÜ DÖNEM

logo5

İSLAM’A BİR ÜÇÜNCÜ DÖNEM

‘Sevgi ve merhameti sonsuz Allah’ın adıyla’

Çivisi çıkmış dünyada, kandan beslenen insan, ne yapmalı ki, kandan beslenmiş olmasın…

İnsanoğlu, İslam Dininin rengine boyandığı zaman kandan beslenmemiş olur…

Hz. Peygamberden günümüze kadar geçen zaman dilimi içinde İslam,

Birinci dönemini bitirdik,

İkinci dönemini yaşıyoruz,

Üçüncü dönemini bekliyoruz.

  1. İslam’ın ‘İbda’ dönemi…

Yani Allah Resulünün isyan, itiraz ve tebliğ amaçlı insanların çıktığı dönemdir. Bu risalet ve nübüvvet dönemi 23 Yıl sürmüştür.

Bu çağda insanlar Allah’ta yok olmaya değil, Onunla birlikte yürümeye çağrılmıştır. İnsanlığın kuruyan vicdanı bu dönemde bir kez daha harekete geçirilmiş, Müslümanlar Kur’an’a; ‘Allah ne dedi?’ diye bakmışlar, devamında da Resulün öncülüğünde büyük yürüyüşü başlatmışlardır.

Allah’ın ne dediğini bilen canlı vahiy kaynağı Hz. Peygamberin işaret ettiği istikamete doğru yürümüş, hem de arkalarına dönüp bakmamışlardır.

Bu heyecan dolu bir zamandır. Bu coşku içinde bulunan ashap canlarıyla ve mallarıyla Hz. Peygamberin yanında yürümüşlerdir.

Bu dönemin yenilenme tarzı ‘ebdil’dir. Yani eskiye ait olan şeyleri değiştirmek, evrensel olanların devamı sağlamak ve yeni bir hukukla hayatı inşa etmektir.

Bu yürüyüşün, bu kıyamın ve bu isyanın özlemini çekenler önce; kendilerinde inkılâbı bir duruş sergilemeliler. Kenz telaşına düşmüş olanlardan ve Kapitalizm batağından boğulanlardan ancak bugün ki manzaralar zuhur eder.

  1. İslam’ın ‘İhya’ dönemi

Kur’an, sünnet (hadis), icma ve kıyas dönemidir.

İslam’a bu referansları İmam Şafii formüle etmiştir. Bu dönemde Kur’an’ı açıklama tarzı tefsir, özü de; “Allah ne demek istedi, (istiyor)” olmuştur.

Bu dönemde Kur’an, anlaşılsın diye, harıl, harıl Tefsir edilmiştir.

Açıklamada kullanılan temel referanslar Kur’an, sünnet/hadis, icma ve kıyastır. Bu kavramları yeterli görmeyenler, İsrailiyat kaynaklarına gitmişlerdir. Bu zamandan itibaren İslam dökülmeye başlamıştır.

Ayetler çalkalandıkça çalkalanmıştır. Çünkü artık Allah ile canlı konuşma dönemi kapanmıştır. Vahyin taşıyıcısı Hz. Peygamber vefat etmiştir. Hz. Peygamberin arkadaşları birer, birer dünyalarını değişmiştir. Vahyin dalgalandırdığı bir heyecan kalmamıştır.

Bu dönem; Allah’ın ne dediğinden ziyade, ne demek istediğinin önemi öne çıkınca, ihtilaflar da ortaya çıkmaya başlamıştır. İhtilaflar çağlar boyu devam etmiş ve halen de etmektedir.

Çünkü ihya döneminde ortaya çıkan her yeni şeye iyi gözle bakılmamış, her yeni şey, “bidat” (kötü) sayılmıştır.

Bu dönemde eskiyi korumak adına muhafazakârlık başlatılmıştır. Emevilik, Abbasilik, Selefilik İslam’ı siyasallaştırmış, Ulema merkezin yanında yer almıştır. İçtihat kapısı kapatılmış, Nassa bağlılık öne çıkmıştır.

Akıl ‘kerih’ (pis, iğrenç) görülmüş, vicdanın sesine pek değer verilmemiş, insana ve tabiata Nass gözüyle bakılmıştır.

Bu dönemin yenilenme tarzı, ‘Teb’is’tir.

Yani eskiye bağlanmak, her yeni şeyden de şüphe duymaktır. Asırlar boyunca Nass’a evet, akıl ve vicdana hayır denilip durulmuştur. Gazali, Maverdi gibi âlimler burada öncü olmuşlardır. Çünkü ihya mantığında akıl ve vicdan; heva ve hevesten ibaret sayılmıştır. 

  1. İslam’ın ‘İnşa’ dönemi

Başlangıçta kurulan ev, zamanla yıkılmıştır. Yeniden eve ihtiyaç vardır ve mutlaka inşa edilmelidir. İşte sıkıntı da buradadır. Yani kimsi bu yeni evin yapılmasında zamanı ve şartları dikkate almak istemiyor. İlle de eski evi isteriz deyip duruyor. Bu canu gönülden istense bari…

Bugün Kur’an indirilmiş olsaydı “Allah ne derdi.” sorusunu Müslüman kendine sormamıştır, halende sormamakta direnmektedir.

Çünkü Müslüman sorumluluk almak istemiyor. Mirasyedi misali tembel olmuş korkusundan kendini  sorgulayamıyor.

Böyle bir soru karşısında Müslüman zihin yorum ve tevile gidemiyor. Mevcudu tercih ediyor. Yıkılmış evi eski halinde yapmaya kalkışıyor ve beyhude bir işte direniyor. Çünkü bu, kolayına geliyor.

Allah’ın ne dediği belli, on dört asırdan beri de ne demek istediği üzerinde tartışılıp duruluyor!

Bugün İnşacı bir yaklaşıma gerek vardır. Çünkü zaman su gibi akıyor. Hayatın tekrarı yok ve telafisi mümkün değil…

O zaman daha fazla vakit kaybetmeden bugün için Allah ne derdi sorusunun cevabına yoğunlaşmak gerekiyor! Hah ne dersiniz?

Mahmut AKYOL

 

TUTKULU OLMAK, ÖZGÜR YAŞAMAK…

logo5

TUTKULU OLMAK, ÖZGÜR YAŞAMAK…

Memleketin dürüst ve bilgili siyasetçilere ihtiyacı vardır…

Cesur yazarlara, haykıran şairlere, mert zenginlere ihtiyacı vardır…

Bir fikri ve davası olan delikanlı gençlere, özgürlüğü tutkuya dönüştüren bireylere ihtiyacı vardır…

Kariyer ve konforu elinin tersiyle iten millet evlatlarına ihtiyacı vardır…

Bu tespitleri lütfen yabana atmayın!

Çünkü bunlar, Sosyolojik tespitlerdir!

Her gün yazılı ve görsel alanda kirlilik yaşansada, binlerce yazı, makale, haber görüntü, önümüze servis edilse de, yaptığımız devede kulak, karınca misali demeden bir şeyler yapmak gerekir.

Her birimiz Salih Ameller (iyi, güzel ve doğru) ortaya koymak zorundayız.

İşte bu konu üzerinde “tutku” kavramı üzerinde durmak istiyorum.

  • Eğer bir ülkede yaşayan insanlar yorgun, gergin ve durgun iseler, o insanların enerjileri tükeniyor ve yaşamları sona doğru yaklaşıyor demektir.
  • Eğer bir kurumda verimlilik azalıyorsa, çalışanları kuruma sahip çıkmıyorlar demektir.

 

  • Eğer bir ailede huzursuzluk ayyuka çıkıyorsa, bireyler birbirlerinin haklarını tanımıyorsa, aile dağılıyor demektir.

Demem o ki tutku, duyguları ateşleyen bir güçtür, bir enerjidir ve bir heyecandır.

Tutku ülkeye, kuruma, aileye, “içten ve yürekten” duyulan bağlılıktır.

Tutku, irade ve yargıları aşan güçlü bir coşkudur.

İstek ve kararlılığa duyulan aşırı düşkünlüktür. Tutku çabalamak, elde edilen şeyi kaybetmemektir.

Eğer tutkunuz varsa, sevgiyi yakalarsınız.

Tutkusuz sevgi yalandır.

Ülkemi seviyorum” diyen biri, onun için bir şey yapmıyor, habire altını oyuyorsa, tutkusu yalandan ibarettir.

İnsanların birbirlerine karşı duyacakları sevgi, tutku noksanlığındandır.

Güç, inanç, enerji ve bağlılık tutkunun kaynaklarıdır. Bu kaynaklar sizin geleceğe olan inancınızı canlı tutar ve sizin kimliğinizi belirler, yani sizi siz yapar.

İnsanoğlu doğası gereği çıkarı peşinden koşarken aslında, tutkusu peşinde koşar.

Kendisi için çalışmaktan zevk alır, emeğinin karşılığını alırken, hep tutkuyla hareket eder ve daha çok çalışır.

Eğer çalıştığı ortam; ona sevimsiz gelir, onu hırçın yapar ve onda yorgunluk meydana getirirse, işlerini aksatır ve insan orayı terk etmek ister.

Hatta denilebilir ki insanının gücü, enerjisi, inancı, değerleri, çalışma azmi, yaşama hakkı hep bu sevimsiz ortamda anlamsız bir hal alır.

Bunu niçin anlattım?

Bakıyorum ki, millet yaşadığı toprakların cehenneme çevrilmesinden rahatsız. Morali bozuk. Enerjisi gün geçtikçe kayboluyor. Ağzının tadı kaçık…

Vatana, millete, dine ve devlete olan hainlikler, ekmeğinin çalınması, dışarıya karşı gösterilmesi gereken gücün içeri de parça, parça olması, siyasetin kulak dolması sözlerle yürütülmesi, insanın tutkusunu ve iradesini bulandırıyor.

İnsanlar sermaye, medya ve siyasetin ortaya koyduğu yalan ve baskılar yüzünden milli bir duruş sergileyemiyor.

Bu sebeple millet, birbirine karşı duymak mecburiyetinde olduğu bir “sevgi ve güven” bunalımı yaşıyor.

Eğer bu süreç durdurulamazsa, korkarım ki bir bölünme, dağılma ve ölüm kaçınılmaz olarak kapımızı çalacaktır! Zaten düşmanın istediği de budur…

İnanıyorum ki, yeniden diriliş mümkündür.

Yeter ki, bir gayret içinde olunsun. Sevgi, merhamet ve cömertlik tutkusuyla işe başlansın!

Yeter ki, üzerine serpilmiş ölü toprağından kurtulmak için ayağa kalkılabilsin!

Yeter ki, diriliş başlasın!

Yeter ki, adalet hâkim kılınsın!

Yeter ki, kimse kendisini diğerinden ayrı görmesin!

O halde gelin hep birlikte ayağa kalkalım, zulme karşı kıyam duralım.

Gemiye su aldırmayalım.

Su alan gemi de kamara yapmaya kalkan kendini aldatır

Sonuç olarak Vatanımıza, Bayrağımıza tutkuyla sarılıp hep birlikte özgürce yaşayalım.

Mahmut AKYOL