HAK DAVALAR

logo5

HAK DAVALAR

Hak davalar gariptir. Bu yüzden sesleri zor duyulur ve zor kabul edilir. Duyulması ve kabul edilmesi zordur, lakin insan da derin izler bırakır. Hakkın tarafında yer alanlar, dokuz köyden kovulsa da onuncu köyden sonra gidecekleri başka bir yerleri yoktur.

Böyle olmakla birlikte, biz hep; doğruluğun/dürüstlüğün, izzet ve şerefin yanında durmalıyız. Kendimizi her daim yenilemeli, tazelemeli, canlı ve diri tutmalıyız. Hak dava insanının vasıfları bunlar olsa gerektir.

Bunun için de önce Kur’an’a bakış açımızı değiştirmeli, muhafazakârlıktan çıkıp yenilikçi bir çizgiye getirmeli, Kur’an’ı zamanımıza taşımalıyız. Zamana taşınmayan Kur’an, anlaşılmayan Kur’an’dır. Bu çaba, modernistlik değil, zamanın diliyle konuşmaktır.

Kur’an’ı Kerimi zamanın ruhuna uygun şekilde anlamaz, sinirleri alınmış bir doku olmaktan çıkarmazsak, Kapitalizme abdest  ağdırtmaktan öte bir şey yapmayız. Hele İslam’ın olmazsa olmazı olan “Eşitlik” kavramı asla anlayamayız.

Eşitlik, karne ile yemek dağıtmak, herkesin aynı boy, aynı kiloda ve sabah dört dilim ekmek, sekiz tane zeytin yemek değildir.

Eşitlik sosyal, siyasal ve toplumsal bir süreçtir ve Allah, yeryüzündeki sosyal, siyasal ve toplumsal eşitsizliklerden rahatsızdır.

Eşitliği bozmanın başlıca sebebi, İnsanların “infaktan” kaçınmalarıdır.

İnfak yapıldığında, yoksullar gözetildiğinde, sosyal denge sağlanıyor demektir. Yani ihtiyaçtan fazlasını vermek Müslüman’a farzdır. İster adına zekât deyin, ister sadaka, ister kurban… Hepsi aynı kapıya çıkar.

Yeter ki insanlar ve özellikle Müslümanlar, “kenz” etmesinler, ihtiyaç sahipleriyle kendilerini eşit hale getirsinler.

Konumuzla ilgili olduğunu düşündüğüm bir kaç ayet mealini aktaralım.

İnsan kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır? …” Kıyamet; 36

Kör ile gören eşit (bir) olur mu? Karanlık ile aydınlık eşit olur mu?”  Tevbe; 19

Oturanlar ile malları ve canlarıyla Cihad edenler eşit olur mu?” Nisa; 95

Yeryüzünde sabit dağlar var etti. Orasını bereketlendirdi. Orada dört mevsim güç/kuvvet kaynaklarını ihtiyaç sahipleri eşit olarak yararlansın diye takdir etti.” Fussilet; 10

Demek ki halkın güven ve huzur içinde yaşaması, eşitliğin tesisiyle mümkün olmaktadır.

Yanındaki ile eşit hale gelmemek için vermeyenler yüzünden toplumda meydana gelen açlık ve korku yayılması ne ise, ahirette de bu eşitsizlik aynen öyle olacaktır.

Değilse Allah, Cenneti oraya girmeyi hak eden herkese eşit kılmıştır. Ahirete giden müminlerin kimisi Cennetin varoşlarında, kimisi köşklerinde oturacak değildir.

Tevhid ve şirk (mülk, servet ve iktidar) ile ilgili değilse ne ile ilgili olabilir?

Kur’an’da “Allah’ın nimetini inkâr etmek” (küfür) tanımının geçtiği yerleri  okundukça görülecektir ki, hep vermekten, infak etmekten, eşit hale gelmekten kaçmak anlamına geliyor.

Yani Kur’an kendini tefsir ederken, asıl amacının insan huzur ve mutluluğunun her şeyin önünde olduğunu söylemeye çalışıyor.

Kur’an’da “ilah” kavramı, içimizden bir takım insanlar oluyor. Bilgi, iktidar ve serveti kendi tekellerine alıp, öteki insanlar üzerinde hegemonya  kurmaya kalkanlar oluyor. Tahtadan taştan putlar değil; insanlar oluyor!

İlah”, Tanrının oğlu olduğunu iddia eden krallara, imparatorlara, içimizden Firavunlara…

Allah’ın mülkü üzerinde çit çeviren, “Bu bana bendeki bir bilgi sayesinde verildi” diyen içimizdeki Karunlara…

Allah’a ulaşmak için bana gelin” diyen içimizdeki Hamanlara, Bel’amlara karşı söyleniyor.

İşte ben bu kavramları zamanın ruhuna uygun olarak yeniden okumalıyız demeye çalışıyorum. Bir zamanlar karanlık odalarda konuştuklarımızı şimdi sokak ortasında, damların başında, medya kanallarında çıkıp haykırmalı diyorum. Zira zaman değiştiği için, ses çok uzaklara gidebiliyor.

Kendisini arzın merkezi olduklarını zannedenler, etrafındakileri hegemonya altına almaya çalışanlar, biraz da bu Hakikatlara yönele bilseler…

Mahmut AKYOL

 

LAİKLİĞİN GEREKÇESİ

logo5

LAİKLİĞİN GEREKÇESİ

Absürt düşünce; akla uygun olmayan demektir.

Buna göre bir dini gerçeğe, tarih, hayat ve tabiata doğru yerden bakmak gerekir.

Din ile dünya işlerini birbirinden ayırmamak lazımdır. Çünkü her ikisi de birbirini tamamlar.

Tertullianus (öl. 220), Hristiyan inancı için şöyle der:

“Tanrı’nın oğlu çarmıha gerildi. Bundan utanıyorum, çünkü utanmak gerekiyor ve Tanrı’nın oğlunun ölmüş olması, inanamayacağımız bir şeydir, çünkü aptalca bir şeydir. Ve gömüldükten sonra dirileceği ise kesindir, çünkü bu imkânsızdır.” 

Tertullianus’a göre din felsefeden, vahyi akıldan, imanı bilgiden üstündür.

Hatta:

Vahiy akla aykırı olsa da, teslim olunmalıdır. Çünkü akıl kendi başına hiçtir. Tanrı insan (İsa) biçimine girdiği ve bir insan olarak acı çekebilir.

Bu akla aykırı ve Absürt; şeydir.

Rönesans’ılar bu görüşe şu karşılığı verdiler:

Din Absürte inanmaktır, o halde; başta devlet olmak üzere dünya işleri bu dinle yürümez.

Din, kiliseye çekilmelidir.

Bunun için Orta çağ Hristiyan aydın ve düşünürler.

Yunan felsefesi ve kilise dogmalarına karşı, Hristiyanlığı savunmak için halka Laik anlayışı sunmuşlardır.

Yani kilisenin engizisyonuna dur demek için Laiklik ortaya çıkartılması doğrudur.

Böylece Rönesansçılar, din ile dünyayı birbirinden koparmışlardır.

Sezar’ın hakkı Sezar’a, Tanrının hakkı Tanrıya sözü bunun için söylenmiştir.

Bu bölünmüşlüğü en sistemli biçimini Descartes, (öl. 1650),  “Çifte Hakikat” felsefeyle sistemleştirmiştir:

“Manevi âlemin kralı din, dünya/madde âlemin kralı akıldır diyerek her ikisini de birbirinden ayırmıştır.

Din de akıl ve mantık aramaya gerek yoktur.

Çünkü her ikisinin de alanları farklıdır.

İnsanların manevi/kutsal dünyası dine terk edilmelidir. Ora da her türden saçma, akıl dışılık, doğma, sağırlık ve körlüğün olması gayet normaldir.”

Onun bu anlatımını şöyle anlamak lazımdır:

Din monotonluktan sıkılan modern insanın sinemada fantastik bir kurgu filmi seyredip kafa dağıtması gibi bir şeyden ibarettir.

Zaman, zaman tapınağa bu amaçla gitmeli, vaazlar dinlemeli, uçtu/kaçtıyla rahatlamalıdır.

Yukarıda geçen her iki anlayışta doğru değildir…

Ne dünyadan kopmuş Absürt bir din ve ne de tapınağa kapatılmış bir din, insanı mutlu etmeye yetmeyecektir…

Durum bu iken, bizde böyle bir sorun yok iken; Laik Düşünce neden ısrarla Müslümanların gündemine sokulmak istenmiş ve  getirilmiştir?

Kafalarından ve midelerinde satılmış, azat kabul etmez köle ruhlu insanlar, Laik düşünceyi yurdumda savunmuşlar ve savunmaya da davam etmektedirler.

Eğer İslam, dinlerden bir din olarak görülmeseydi, eğer Müslümanların cehaleti, gaflet ve delaleti olmasaydı, hiç bu hallere düşürülür müydü?

Görülüyor ki, fıtrata uygun tek din zorla bölünmeye çalışılmıştır.

Bu da Şarkiyatçılar, Masonlar, Misyonerler, Dönmeler ve zamanın Firavunları (sermaye çevreleri) eliyle yapılmış, yapılmaya da devam edilmektedir.

Müslüman zihin bunları düşünmesi gerekir!

Akıl ve vicdan ifadesi olan İslam; ne “Absürt” ve ne de “çifte hakikat”tir.

İslam “Tevhid” dir, Tevhid tek olmaktır, bölünmez bir bütündür!

İnsan fıtratının ifadesi olan “Tevhid” yok edilemez!

İslam’ın, yani Tevhidin korunmasını Allah, inanlara bırakmıştır!

Bu da Müslümanlar için çok onurlu ve şerefli bir iştir.

Bir Müslüman için dini hayat başka, dünya hayatı başka denilemez!

Bu işe dini karıştırma” sözü sadece Laikçilerin ve dinin sorumluluğundan kaçmak isteyen münafıkların söyleyeceği bir sözdür.

Müslümanların bugün yaşadıkları çelişkili hayatları hep; çifte hakikate inanmalarından, dini hayatlarında ki hurafelerin çokluğundan ve alabildiğine pragmatist hayat  istemelerinden kaynaklanmaktadır.

Müslümanların Ruhları Asr-ı Saadette, bedenleri modern dünyada gidip gelmektedir. Müslümanlar adım, adım Hıristiyan zihnin yaşadığı sona doğru yaklaşmaktadır.

Müslümanların bu yok oluştan kurtulmaları için, hurafeye batmış, tarihten kopmuş ve dünya dışı kalmış Absürt bir din anlayışından en kısa bir zamanda kurtulmaları gerekiyor!

Peki, bu işin içinden nasıl çıkılır?

Allah, Kitap, Peygamberle…

Bu kavramları iyi okumakla birlikte yeniden iman etmekle…!

Bütün dini değer ve kavramları tarih, hayat ve tabiatla yeniden buluşturmakla…!

Dini “Yaşayan Din” haline getirmekle…!

Mahmut AKYOL

 

 

TARİH BOYU İSTİSMAR EDİLEN KADIN

logo5

TARİH BOYU İSTİSMAR EDİLEN KADIN

İnsanın yaratılışıyla birlikte insan için iki temel düşünce oluştu:

Erkek-egemen”, “Dişi-egemen” düşüncesi, ilki Yahudi/Hristiyan, ikincisi bazı uzak doğu din ve mitolojiler tarafından ortaya atılan ve savunulan düşünce.

Yahudi/Hristiyan, görüşe göre Tanrı, güç ve kudretinin (celal) bir tecellisinin gereği olarak önce erkeği, sonra da onu yalnızlıktan kurtarmak için kaburga kemiğinden kadını yarattı.

Diğer görüşe göre de Tanrı güzellik ve letafet sıfatlarının (cemal) tecellisi olarak önce kadının, sonra da ondan erkeğin üreme yoluyla yarattı.

Denilse de bu, doğru değildir. Bu düşüncelerin tasfiyesi ve reddi İslam’ın gelişiyle birlikte oldu.

İnsanlığın varoluş yaratıldığı ilk andan itibaren İslam Dini ile sürekli şekilde yenilendi. En son yenileme, Hz. Muhammet’le ve getirdiği Kur’an’la oldu.

“Ey insanlar! Sizi tek bir özden (nefs-i vahide) yaratan, ondan da iki eş (zevç) yaratan, sonra ikisinden birçok erkekler ve kadınlar türetip çoğaltan Rabbinizin bilincinde olun. Adını dilinizden düşürmediğiniz Allah’ın öfkesini çekmekten sakının. Aile bağlarını gözetin. Allah hepinizi görüyor.” (4/Nisa; 1)

Demek ki insan yaratılışının başlangıcı ne “ataerkil”, ne de “anaerkil” değildir.

Erkek ve kadın arasındaki dengesizlik ve eşitsizlik ortaya çıktığı her dönem, iş ve üretim şeklinin kadının aleyhine işlediği her zaman, bu hırs ve gaspa karşı  adalet yolunu Allah, peygamber ve kitaplar aracılığıyla gösterdi.

Mesela birçok kereler kadını terbiye maksadıyla dövmek söz konusu olduğunda İslam, dövmeyi reddetti ve şiddeti zulüm saydı. Her kim ki İslam da kadını dövmek vardır derse; İslam’a büyük iftira atmıştır!

Kurtubi, Şafi, Razi gibi âlimler, dövmeyi çeşitli şekillerde anlatmışlarsa da, doğru olan; Hz. Peygamberin uygulamasıdır.

Hz. Peygamber evliliği boyu hanımlarına bir kez olsun el kaldırdığı görülmemiştir. Bir ara hanımlarıyla sorun yaşayınca da önce onlarla konuşmuş, sonra yatağını ayırmış ve anlaşma sağlanınca da tekrar eski yaşama dönülmüştür.

Demek ki şiddetli geçimsizlik yaşandığında eşler önce oturup konuşmalı, olmazsa yataklarını ayırmalı, yine olmazsa bir müddet ayrı yaşamalı, barışılması durmanda ise işi yokuşa sürmemeli. Yücelik ve büyüklük Allah’a mahsus olduğu, bundan hiç şüphe olmaması gerektiği, sadece Müslüman toplumlar için değil, bütün insanlık ailesi için evrensel çözümler olduğu unutulmamalı…

Arap toplumunda kölelik, çok eşlilik, kadını dövme, kadını erkeğin kaburga kemiğinden yaratılmış olması vs saplantılar, İslam Dini tarafından ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır.

Hz. Peygamber’in iki tane cariyesi olduğu görüşü de doğru değildir. Köleliğe karşı olan, kölelere özgürlük diyen bir dini insanlığa taşıyan bir insan, nasıl olur da böyle bir yanlışın içinde yer alır!

Nur; 24/31 Ayetten şunlar anlaşılmalıdır:

Bakışlarınızı sakının, ırz ve namuslarınızı koruyun, görünmesi zaruri olan yerler dışında kalan kısımlarınızı cinsel cazibe adına sergilemeyin, açıp saçmayın, başörtüsünü omuzların üzerinden salın..!

Dikkat edilecek olursa Ayet, “mümin” kadınlara bir hitaptır. Ayet, başı açıklığın yaygın olduğu bir topluma inmiş değildir. Arap’lar da değil kadınlar, erkekler bile  sıcaktan ve Arap örfünden dolayı zaten başlarını örterlerdi. Yani erkek kadın hemen hiç kimse “başı açık” gezmezdi.

O zaman ayet, sadece baş örtmek için gelmiş değildir. Takılan başörtüyü aşağıya doğru salın ve başınıza toplamayın, boynunuzu, omzunuzu, göğsünüzü, sırtınızı açık giysi şekilde açıkta bırakmayın” İçindir…

Kur’an çok eşliliğe ruhsat vermediği gibi, çoğu aza indirme yönünde bir düzeltmesi vardır.

Cuma namazı kadınlar üzerine de farzdır! Kur’an’da kadınların Cuma namazından muaf tutulduğuna dair bir ayet bulunmamaktadır.

Miras konusunda kadınlara erkeklerden daha çok pay vermek, Kur’an’ın ruhuna ve adaletine daha uygundur. Bundan maksat mağduriyeti ortadan kaldırmak, ezileni koruyup kollamaktır.

Müslüman kadın, devlet başkanlığı yapamaz diye Kur’an’da yasak bir hüküm bulunmamaktadır. Bir göreve gelmek için gereken temel kıstas, ehliyet ve liyakattir. Onlarda sonradan kazanılan ve kaybedilen şeylerdir.

Kur’an’ın indiği toplumda feodal ve ataerkil toplum olması sebebiyle kadın, bazı haklardan mahrum bırakılmıştır. Bu sebeple kadının mahrumiyeti sosyal bir durumdur. Değilse kadın namaz da kıldırır, cumaya da, bayram namazlarına da katılır, cehren Kur’an da okur…

İslam’ın kadına bakışı, Arapların, Türklerin ve Farsların bakışı gibi değildir. Kadın ile erkeğin neler yapamayacağı Kur’an’da bellidir. Mesela nikâhsız ilişki yasaktır. Nikâhlı olsa dahi aybaşı halinde cinsel ilişki yasaktır.

Kadın ile erkek, Tanrı önünde ve kanun karşısında eşittir.  

Ahirette erkeğin sorumlu olup da kadının sorumlu olmadığı bir şey yoktur.

Adam öldürme, hırsızlık, yolsuzluk, yalan, zina, iftira, içki, zulüm, zorbalık vs erkeğe olduğu kadar kadına da haramdır.

Namaz, oruç, hac, zekâttan ikisi de muaf değildir.

Bugün milyonlarca kadını kim kötü yollara düşürüyor?

Üzerlerinden kim çalıştırıp zengin oluyor?

Kadın bunları kendi kendine isteyerek mi yapıyor?

Bir zalimin elinde kadın bir oyuncak değil mi? O zalimler de genellikle erkekler olmuyor mu?

Kadın erkek için fitneyse, erkek de kadın için fitne değil mi?

Fitne, bedenimizde kanın dolandığı gibi dolanan şeytandır; o şeytan da içimizdeki kötülük dürtüleridir.

Mahmut AKYOL

 

BEN NEYİM, NİÇİN BURADAYIM?

logo5

BEN NEYİM, NİÇİN BURADAYIM?  

Yine ortalık toz, duman…

Ülke kan kaybetmeye devam ediyor.

Bazıları ihanetlerini sürdürüyor.

İnsanlara bilgiden ziyade bilinç kazandırmak lazımdır.

İnsanlar bilgiyi yalan, yanlış bir şekilde temin edebilir. Bilgi elde etmek fantaziliktir. Bilinç, sorumluluk üstlenmektir.

Yine bildiğim şeyler üzerinden hareketle, sizlere bilinç kazandıracak bir konuyu anlatacağım.

Çünkü temeli kerpiçle yapılan binanın ömrü kısa olur…

Gülün hayata dönmesi gibi, yere düşen bir umudun nasıl ayağa kalkacağını göreceksiniz…

Başarıya insan öz güvenle, korkulardan arınmakla, azimle, çalışmakla, sabırla ve alçak gönüllü olmakla kavuşur.

Peki, insan niçin alçak gönüllü olamaz?

Acaba insan aptal, tembel, umursamaz, mesuliyetten kaçtığı için mi?

Acaba insan, varoluşunu önemsemediği ve kavrayamadığı için mi?

Yoksa insan, çıkarlarını her şeyin üstünde tuttuğu ve hırsına yenik düştüğü için mi? İnsanın alçak gönüllü olmamasının altında bilgisizlik, tembellik ve inançsızlık yatar.

Bunun için de insan başarısızlığını örtmek için sürekli şekilde bahaneler üretir. Bunun için isteklerinizi yüksek tutun…

İnsan yaşama iyi ve olumlu yönden bakmalı ki, işler yoluna girsin. Ne olmak istenirseniz olun, sözü her zaman doğru yapın.

Burada yetenek özellik çok önemlidir. Mesela boydan kısa, şişman ve çirkinden bir manken olmaz.

Hayat, sorunlarla doludur. Her şeyin daha fazlasını kavramış, sorunları tespit etmeniz ve çareler üretmeniz gerekir.

Yapılamayan işlere kılıf giydirmeye, sızlanmaya ve  başkalarını suçlamaya gerek yoktur.

Bu davranış biçimi, sorunları çözmez, insanı sorumluluktan kurtarmaz. Enerji kaynaklarınıza engel olan faktörleri yok edin…

İnsan enerjisinin önündeki en önemli engeller korku, öfke, suçluluk, onaylanma, boyun eğme ve sahip olma kavramlarıdır.

  1. Korku:

 Yaşamını korkularla yönetenler, çok fırsatlar kaybederler. Korku, kişinin risk almasına engeldir. Korku, duvarları bizzat insanın kendisi tarafından örülmüş bir hapishanedir.

  1. Öfke:

Başkalarının hareketlerinden acı duyulabilir. Önemli olan şey, bu acıyı doğuran hareketleri zihinde evirip çevirerek canlı tutmamaktır.

Canlı tutmak, öfkeyi besler.

Büyüyen öfke, kişide kalmaz ve patlar.

Patlayan öfke, etrafa dağılır ve sorunlar ardı ardına gelir.

Bunu önlemenin yolu, bağışlamaktır. Bağışlayan insan rahatlamış insandır.

  1. Suçluluk:

Suçluluk duygusu içinde olanlar, zamanlarını hep pişmanlık ve üzüntüyle geçirirler.

  1. Onaylanmak:

Her insan sürekli olarak başkaları tarafından onaylanmak ister. Çoğu kere yaşamlarını bunun için harcarlar. Bir başkasının kendisi hakkında ne düşündüğü çok önemlidir.

  1. Boyun eğmek:

Bazı insanların yaşamına yön vermek herkesin hoşuna gitmez. Herkesin her işine koşma alışkanlığıdır. Bu insanlar, kimseye “hayır” diyemezler. Aslında bu tutum, kişiyi dağıtır, başka bir şeye yoğunlaşmasına mani olur.

Herkesin her işine koşmanın esiri olmak yaşama fazladan baskı ve stres katar. Bu yaşamın bir gereğidir. Bencillik, yaşamı öldürür.

  1. Sahip olmak:

Bazı insanlar için yaşamın en önemli gerçeği, olabildiğince maddi varlığa sahip olmaktır.

Ne kadar çok mal-mülk sahibi olursa, o kadar çok mutlu olacağını zanneder.

Statülerinin kendilerine daha güvenli bir yaşam sağlayacağına inanır.

Kendilerine biçtikleri değer; unvanlarına, oturdukları eve, kullandıkları arabaya bağlıdır.

Elindekilerle yetinmez, sürekli olarak daha fazlasının peşinde koşarlar. Bunlar, insan enerjisini engeller. İnsanı yorgun bırakır. O zaman değerlerinizi amaç edinin…

İnsan amacının ne olduğunu bilirse, yaşam da o derece  anlam kazanır.

Amacın büyüklüğü, moral ve isteklerinizle doğru orantılıdır. Eğer bir amacınız yoksa yaşamak, insanı boşlukta bırakır.

Nereye gideceğini bilmeyen insan, yaşamı yanlış yerlerde arar. Bu da onu daima, kızgın ve kırgın yapar.

Kendine “Ben neyim, niçin buradayım?” diye sormayan insan, bir amaç için çalışır. Hayatta herkesin gerçekleştirmek istediği hedefleri  vardır.

Eğer tüm çabanız yalnızca yeni bir araba içi pahalı eşyalarla döşeli şık bir ev ise; yaşam hiçbir zaman insanı mutlu etmeyecektir.

Mahmut AKYOL

 

KARUN, FİRAVUN VE HAMAN

logo5

KARUN, FİRAVUN VE HAMAN

Diyanet İşleri Başkanı; “Terörü önlemenin yolu, gönüllerdeki çukurları kapatmaktan geçer” diyor.

Elhak doğrudur.

Ama hangi İslam, gönül çukurlarını kapatır?

Temel mesele burası…

Müslümanların başına gelen felaketlerin sebebi, “Sorgulanmamış eski İslam Kültürü” dür.

Müslümanların felaketi, “Muhafazakâr” İslam anlayışıdır. Emevi dönemiyle başlayan, Abbasi, Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemiyle devam eden; “Muhafazakâr” İslam anlayışıdır.

Bu anlayış, İslam zırhına bürünmüş Hint’in Tasavvufu, İran’ın Mitolojisi, Şamanın ruh anlayışı ve Arap Kültür ve Irkçılığıdır.

Hâlbuki Allah, yeryüzünde insanları terbiye etmek için din gönderilmiştir. Şimdi insanlar, İslam’ı terbiye etmeye çalışıyor.

Ne acı bir durum…

Herkes “Cahiliye Dönemi olan”; Lat, Uzza, Menat etrafında dönmüş duruyor…

Bu kavramlar Karun, Firavun ve Haman anlaşılmadıkça; din eksik anlaşılacak ve Allah’ın Dininin yeryüzüne niçin geldiği bilinmeyecektir.

Lât”, yeryüzünde beşeri otoriteyi, “Uzza” güç ve kuvveti, “Menat” ise, Parayı temsil etmek için kullanılmıştır.

Bütün bunlara gem vurmadığınız takdirde, beşerin gönül çukurları kapatılmayacak, tahakkümü altında kalan masum ve mazlum insanların feryatları dinmeyecektir.

Yeryüzünü “Barış Yurduna çevirmek için yaratılan İnsanoğlunu birbirine düşman eden “Lat, Uzza ve Menat”, zirve dönemini yaşayacaktır.

İnanıyorum ki, her kemalin bir zevali olduğu gibi, bu tiranlıklarında bir sonu olacaktır.

İnsan egosuna “gem” vuracak olan Allah’ın dini ve kitabıyla, bu azgın ve sapkın güçler, terbiye olmak için direnseler de, kendi elleriyle kendi sonlarını  hazırlayacaktır.

Müslümanların gafleti, Allah’ın gönderdiği dini ve Kitabı şeklen görmüş olmalarıdır.

Aslında din ve kitap ruhundan, tarih, tabiat ve hayattan koparılmıştır.

İslam sadece ezberden ibaret kalmış, muska yapılarak boyunlara asılmış, bir ölü olduğunda hatırlanacak hal almıştır.

Metin olarak tahrif olmamış, yaşayan bir din, yaşayan bir Kur’an ve yaşayan bir Sünnette kalmamıştır.

İslam Dünyasının hazin durumu zaten bunu ispatlamaktır.

Bir misal vermek gerekirse:

Muhafazakâr Müslümanlar peygamberin aramızda dolaşıp duran, bedenen yaşadığını, O’na salatü selam gerektiği, hatta bazı ayrıcalıklı kulların onunla konuştuğu söylenmektedir.

Sormak gerekir; ölülerin ruhlarıyla konuşmak büyük bir iftira değil midir?

Müslümanların “Mülk, Mucize, Mevzu” konularında ki yanlış anlamalardan kurtarılması gerekir.

Değilse, bu sapkınlıklara bir son vermek mümkün olmayacak ve vicdanlar rahat bir nefes almayacak.

Unutulmasın ki, insan arzularını tatmin maksadıyla oluşturulacak her haksızlık, insana kötülük getirecektir.

Otorite, (Devlet, saltanat, taht, egemenlik, ulus)… Güç, (silah, petrol, toprak, nüfuz)… Para, (sermaye, banka, altın, gümüş, dolar) için yeryüzünde fesat çıkarılarak kan ve gözyaşı dökülmeye devam edecektir.

Yaşadığımız çağa dikkat edin…

Otoriteden emperyalizm, güç, faşizm, para hırsından kapitalizm doğmuyor mu?

Yine dikkat edin…

Memleketin başına gelen en büyük felaket, muhafazakârlıktan, sorgulanmamış eski İslam Kültüründen, yalan, iftira, aldatma, çarpıtma ve İslam ahlakında yeri olmayan bilumum fasit işlerden ileri gelmiyor mu?

Herkes düşünsün…

Hayatımızın neresinde bir sıkıntı varsa, orada bir İslamsızlık göze çarpmıyor mu?

Artık İslam’ın daha çok siyasi, sosyal ve iktisadi bakımdan sorunları yenilenmelidir.

Bu bakımdan her aklıselim, ortak bir akılda birleşmeli, İçtihat kapısı yeniden açmalıdır.

Din, sürekli söylenen fakat gereği yapılmayan şey değildir. Din geleneğe/folklora dönüştürülmemelidir. Değilse din hayattan çekilir/gider.

Peki, din hayata nasıl döner?

İçinde bulunduğumuz yok oluşa doğru giden yıkılış, nasıl durur?

Kur’an; tarih, hayat ve tabiat bağlamında yeniden okunmalıdır. Dini düşünce hurafelerden temizlenmelidir.

Şimdi, sorgulanmamış eski İslam Kültürü sorgulanmalı ve yeniden inşa edilmelidir. Deforme olmuş zihinlerdeki İslam algısı yenilenmelidir.

 Mahmut AKYOL