DAVUD’UN YILDIZI

logo5DAVUD’UN YILDIZI

Davud’un Yıldızı, Yahudiler için önemlidir.

Yahudiler, haftanın altı gününde çalışmış, yedinci günü dinlenmeye çekilmiştir.

Davud’un Yıldızı, Yahudiler için MÖ 1000’yıldan beri millî sembolüdür.

Yahudiler, yurt olacak Filistin’de bir devlet kurmaya çalışmıştır.

İsrail Oğulları, merkezi Filistin olan, (Arzı-Mevut) Nil’den Fırat’a kadar uzanan topraklar üzerinden İsrail Devleti kurmak istedi.

Allah, bir kavmi, bir kavimden üstün kılmadı. Bir kavmi bir kavimden ayrıcalıklı yapmadı.

Fakat Rab Yahova, Yahudileri Talmut ve Tora’ya göre üstün (!) yarattığını söyledi.

Allah, canlıların rızıklarını taksim etti.

Fakat Yahudiler buna yetinmediler.

Yahudiler, milletleri derilerine kadar soydular.

Onların sütlerini emdiler.

Onları borç içinde bıraktılar.

Bunun için Yahudiler şeytani, dinci ve ırkçı davranışlardan asla vazgeçmediler.

Yahudiler bütün milletleri köle, yalnız kendisinin efendi olduğu bir dünya tasarlamak istediler.

Yahudiler sürekli şekilde Kabalist Düşünceden beslendiler.

Yani Yahudilerin 5000 yıllık rüyaları, vaat edilmiş topraklara geri dönme macerası, dünyaya çok pahalıya mal olmuştur.

Kur’an’da en çok anlatılan kavim, İsrail Oğullarıdır.

Tarih boyu İsrail Oğulları yapıları itibariyle durdukları yerde durmadılar.

Gittikleri her yerden kovuldular.

Ellerine geçirdikleri her maddi güç sebebiyle, fitneci yapılarından asla vazgeçmediler.

Arzı-Mevut, Haham Theodor Herzl’in idealiydi.

Haham Theodor Herzl, İkinci Abdülhamit ile ilgili hatıratlarında demiştir ki; Osmanlının bütün borçlarına karşılık İkinci Abdülhamit’ten alamadığımız Filistin topraklarını ittihatçılardan yarım teneke altına aldık…

Yahudi devletinin kurulması çalışması, Haham Theodor Herzl başlatmış olsa da, daha sonraki çalışmalara parasal yardımda bulunanların başında “Rothschild ve Morgan” aileleri geliyordu.

1879 da tertip edilen 1. Dünya Siyonist Kongresi kararları doğrultusunda Siyonistler, “Filistin toprakları üzerinde bir Yahudi devleti kurmak istemişlerdi.

Yahudilerin Uluslararası Efendileri olan ABD, İngiltere, Rusya ve Batı Devletleri’de destek çıkmıştır.

ABD’nin kendine ait resmi bir Merkez Bankası yoktu. “Federal Rezerv” adıyla, birkaç Efendi bankerin oluşturduğu özel bir kuruluş, Amerika ekonomisine hâkimdi. Merkez Bankası gibi, para piyasaları yoktu.

Amerika’ya doları basan ve satan “Federal Rezerv” dir.

Yani ABD’ nin kendine ait bir parası yoktu. Dolar ise karşılığı olmayan hayali bir paradır.

Başkan KennedyHazine Bakanlığı’na, gümüş karşılığında para basma yetkisi alması, 4 trilyon dolara yakın ABD doları piyasaya sürmesi üzerine, 22 Kasım 1963’te öldürülmüş ve bastırılan dolarlar piyasadan toplatılmıştı.

Bir doların sağ tarafındaki daire içinde üst kısımda, simetrik olarak birbirine geçmiş iki eşkenar üçgenden oluşan 6 köşeli Davut Yıldızı vardı.

Şimdi, “Siyon Önderlerinin Protokolleri’ni” iyi okunmalıdır.

Kur’an penceresinden bakıldığında, İlahi adalet şöyle tecelli eder!

De ki: ‘Hak geldi, bâtıl yok oldu. Zâten bâtıl yok olmaya mahkûmdur!’

İsra Suresi 81 Ayet

İnsan fıtratına aykırı sistemler, birer ikişer yıkılmış, İsrail’de er/geç yıkılacaktır! Fakat İslam Medeniyeti uykusundan yeni/yeni uyanmaktadır!

Milletim, duy beni!

Sözlerimi iyi dinle!

Parçalanmanın, ölüm olduğunu iyi anla!

Bayrak hürriyettin, özgürlüğün, bağımsızlığın sembolüdür.

Bayrak vatandır, namustur!

Vatan, bayrak, namus, adalet ve din milletlerin temeli ve çimentosudur.

Şimdi düz bir akıl (Aristo mantığı) kullanalım ve diyelim ki:

Eğer siz, binlerce Km uzakta bir takım ülkelerin, Irak, Suriye, Libya vb. yerlerde, burnunuzun dibinde cirit atanların ne işi var diye sormazsanız, o zaman siz düşmanla birlik içinde oluyorsunuz demektir!

İşte Allah’ın insana verdiği aklı kullanmak budur.

Her insan gibi Yahudiler de bir gün ölecektir. Ölüme sırası onlara da bir gün gelecektir.

Şimdi gelelim günümüzün Kutsal İttifakına.

PKK, YPG, FETÖ terör örgütlerinin arkasında duran Kutsal İttifak, ABD, İngiltere Batı ve İsrail güçleridir.

ABD’nin Irak’ı önce üçe bölmeye, sonrada Kuzey Irak’ta Yahudi Kürtlere dayalı bir devleti kurmaya çalıştı. Hepsi birlik olmuş Yahudi Kürtlere dayalı bir devlet kurmaya çalışıyor!

Mezhep ve ırkçılık temeline dayalı parçalama işinde ABD yalnız değil,  yanında İngiltere, Batı ve İsrail vardır…

Kutsal İttifak, PKK, YPG terör örgütleri eliyle İsrail’e Ermenistan’dan yol açmak istiyorlar.

Değil mi ki yukarıda sayılan devletler, varlıklarını ve geçimlerini ‘zulüm’ ve ‘haram’ üzerine kurmuşlardır.

İsrail, mazlumun kanını dökmeye ve içmeye devam ediyor.

Irak’ta ilk kurşunu atan, Saddam’a türlü yalanlar isnat eden güç ABD, İngiltere, Batı ve İsrail’dir.

Libya’da İngiliz çıkarlarını dikkate alan ajan Sisi aracılığıyla Ulusal Ordu Komutanı Hafter’e destek vermeyi sürdürmektedir.

Sonuçta; ‘Siyon Yıldızı’ , ‘Hıristiyan Haçı’ ve ‘İslam’ın Hilali’ arasında sürüp gelen Din Savaşı Kıyamete kadar sürecektir.

Yeter ki, Müslümanlar tek bir Ümmet olsun!

Yeter ki, Müslümanlar tek bir Adalet Devleti olsun!

Yeter ki, İslam dünyası, Emperyalistlerin tuzağına düşmesin!

Yeter ki, Müslümanlar tek bir ekmeğini paylaşsın!

Yeter ki, kanayan yarasını el birlik sarsın!

İşte din Kardeşliği budur.

O halde, Soros’un ve İsrail MOSSAD’ın oyununa gelmeden; Allah’ın ipine sarılalım!

Mahmut AKYOL

 

NAMAZDA HAYAT VARDIR

logo5

NAMAZDA HAYAT VARDIR

Namaz duadır, istiğfardır, tövbedir, tazarrudur, yere kapanmadır.

Namaz’da Hamd, Akit sözleşme, Kıyam, Rükû ve secde vardır.

Namaz’da yardımlaşma, dayanışma ve destekleşme vardır.

Namaz’a Allahu Ekberle başlanır. O Allah ki kerimdir,  cömerttir.

Hasan-ı Basri der ki:

“Bazı ümmetin bir putu vardır. Bu ümmetin putu da bilgi, iktidar ve servettir.”

Kur’an ‘da “nusuk” kavramı 9 yerde, “ibadet” kavramı 278 yerde geçer.

Nusuk Allah için yapılan şeylerdir. Bu sebeple “namazım Allah içindir” denilir.

Allah, Namaza insanın bedeniyle ve ruhuyla gelmesini ister.

Allah, yüzümüzü Kâbe’ye doğru çevirmemizi istiyor. Yani dünyanın neresinde olunursa olunsun, namaz kılan bütün Müslümanların hepsi yüzlerini Kâbe’ye çevirmişlerdir.

Namaz için bütün Müslümanlar tevhide çağrılmıştır.

Yani Kâbe’ye doğru yönünüzü döndürün Müslümanlar ‘Allahü Ekber’ demişlerdir.

Bu, Allah’tan başka kulluk edecek secde edecek hiç kimse yoktur demektir.

Sonra yüce Allah’a duyulan saygının gereği önünde eğilerek secde edilir. O Celâl ki, azameti önünde durulacak başka bir güç yoktur.

O’nun önünde bir toz zerresinden, yokluktan, hiçlikten başka bir şey olunmadığı, O’nun yüceler yücesi Rab olduğu duyularak alınlar coşkuyla yerlere kapanır.

Sonra alınlar yerden kaldırılır ve oturup, günahların bağışlanması için, kullarını rahmetiyle yarlıgaması için, doğru yola yöneltmesini, sağlık ve rızıkla niyetlendirmek için dua edilir.

O’nun haberini insanlığa ulaştıran Muhammed (sav)’e, ondan önceki peygamberlere, doğru yolu izleyen herkese Allah’ın selâm ve rahmeti dilenir.

Allah’tan bu dünya ve öteki dünya için iyilik, güzellik, ihsan etmesi niyaz edilir.

Sonunda da, başımızı sağa ve sola çevirerek namazdan çıkılır.

Peygamberimiz böyle namaz kıldı, böyle dua etti ve kendisini izleyenlere de böyle yapmalarını öğretti.

Namaz bir borç ödeme şekli değildir.

Namaz bir irtibat şeklidir.

Namaz miraçtır.

Kılınmaya çalışılan namaz gönülden olmalıdır, gönüle girip gönülden çıkmalıdır.

Deruni dilden, canı gönülden, samimi ve içten Allah’a inanmak, peygambere uymaktır…

Eğer bu ve buna benzer şeyler böyle yapılmıyorsa, o zaman sormak gerekir:

Siz ne yapıyorsunuz?“

Namazı gösteriş boyutundan çıkıp, ihlâs boyutuna getirmek gerekir.

Canı gönülden namaz kılmalı.

Namazı miraç bilmeli.

Allah’a en yakın yerin secde olduğu unutulmamalı.

Aslına bakılacak olursa, direk; iki kişinin arsasına dikilen değil, herkesin gelip geçtiği bir yere dikilendir. O da; “doğruluk ve dürüstlük” olabilir.

Çünkü “eminlik” kavramını tesis edecek olan şey, doğruluk ve dürüstlük ilkeleridir.

Bir kelâmı kibar söze göre “dinin direği” namaz denilmektedir. Bu söz, hadis değildir ve burası için söylenmesi de doğru değildir.

Yani namaz dinin direği değil, dinin gereğidir.

Müslümanlık lafla olacak bir şey değildir. Hacca gidip şeytan taşlayan birisi eğer içindeki kötülükleri de taşlamıyorsa, o zaman sormak gerekir:

Sen neyi taşladın?”

Eğer Allah bilinci ile yani O’ nu görüyormuşçasına bir hayat sürdürülebilirse, o zaman saf bir yürek temizliği içinde de O’na secde edilebilir.

İbadetlerin hepsinin amacı insanı özgürleştirmek, sınırlamak ve kötülükler karşısında tutarak ziyan görmesine mani olmaktır.

Kendini tutmak zor ve zahmetli bir iştir.

Bunun için gerekli olan yardım Allah’tan istenmelidir. Cenab-ı Hakk,  kuluna sevgi ve merhametiyle muamele edecektir İnşe Allah…

Kanaatimizce dinin direği “dürüstlük” tür.

Seninle Allah arasında yapılmakta olan bir ibadet, direk olmaz. Direk insanların gelip geçtikleri yere dikilmelidir.

Ancak dürüst davranışların sergilendiği bir ortamın tesis edilmesi sonucunda o ortama direk dikilmiş olur.

Din hayattan çekilir mi?

Evet çekilir.

Peki, bu iş nasıl olur?

Şöyle:

Din gelenek haline geldiğinde, din akıl, vicdan ve düşünceden uzaklaştığında, hurafe istilasına uğradığında, uçtu kaçtıya boğulduğunda, tarih hayat ve tabiatın dışına çıkarıldığında, kısaca gereği yapılmadığında; dinin hayattan çekildiğini görürsün.

Yine bugün dinin kaynağı olan Mushaf büyük bir saygıyla duvarlara asılmasını sürdürdükçe, ona abdestsiz dokunulmaz, salâvatsız dahi okunmaz denildikçe, Mushaf kutsandıkça dinin hayattan çekildiği görülmeye devam edecektir. 

Çünkü manasının anlaşılması noktasında gayret gösterilmiyor. Sadece teberrüken okunumakla, sadece ezberlemekle yetiniliyor. Bu da onu mehcur bırakıyor…

Bakın bir yangını söndürmek için su lazım. Her yerde de yangın var deniliyor. Söndürmek için su var, fakat suyu getiren yok.

Birçok sosyal alanda problem var.

Elimizde Kur’an, Sahih hadis var.

İşte Kur’an’ın hayattan çekilmesi de böyle bir şey. O hala ölülerin üzerlerine üflenip duruluyor.

Hayatın kendisi, mucizedir.

Ancak Allah, Peygambere iki şeyi mucize olarak verdi. Kur’an-ı Azim ve Hulg-ı Azim.  Muhakkak ki sen, yüksek (bir ahlâk üzeresindenmiştir.

 

Mahmut AKYOL

ALLAH’IN DEVESİNE DOKUNMAYIN

logo5

ALLAH’IN DEVESİNE DOKUNMAYIN

SEMUD KISSASI:

Geçmiş çağlarda olup bitmiş bir mucizeyi değil, verdiği muazzam mesajla günümüzü anlatıyor. Öyle görüyor ki söylenmek istenen şudur. Rabbinizden size apaçık bir numune bir örnek veriliyor. Bu örneği şunun için veriyoruz:

Siz Semud ileri gelenleri; yeryüzünde bozgunculuk yapıyorsunuz. Zayıflara, güçsüzlere, kimsesizlere; arkası olmayanlara; sahipsizlere ve zayıf gördüğünüz herkese, her varlığa kaba ve küstahça davranıyorsunuz. Güç bizim elimizde istediğimizi yaparız; asarız, keseriz, kimse bizden hesap soramaz diye büyüklük taslıyorsunuz. İşte size hayatınızda çok önemli bir yeri olan Allah’ın şu devesi!   Allah onu vicdan ve merhamete gelmeniz, doğruluk ve dürüstlük yoluna girmeniz için bir alamet, bir nişane, bir gösterge olarak size örnek veriyor.

Diyor ki; şu Allah’ın dağında taşında otlanacak. Ona kimse dokunmayacak. Hiç kimse Onu nasıl olsa sahipsiz, arkası yok, başıboş otluyor diye ele geçirmeye, kötülük yapmaya, hele öldürmeye kalkışmayacak.

Kim bunu yaparsa Allah’a isyan etmiştir…

İyi dinleyin! Yeryüzünde kimsesiz gördüğünüz, sahipsiz sanarak talan etmeye, yağmalamaya kalkıştığınız her şey; kimsesizler, yaşlılar, çocuklar zayıflar, güçsüzler, her türden canlılar, hayvanlar bitkiler, dağlar, taşlar, toprak, hava, su, maden vs. Allah’ındır.

Bütün bunları Allah, insanlar istifade etsin diye yaratmıştır. Hepside birer ayettir. Sakın bunlara azgınlık ederek, büyüklük taslayarak, hepsi benim olmalı, bana hizmet etmeli diyerek saldırmayın.

Sonuç olarak, bundan böyle Allah’ın aranızda dolanan şu dişi devesine saldırıp saldırmamanız, sizin bu işlerden vazgeçip vazgeçmediğinizin, vicdan ve merhamete gelip gelmediğinizin, Allah yoluna girip girmediğinizin göstergesi sayılacak, seçin artık yolunuzu…

Kur’an’ı akıp geldiği gerçek tarihyaşayan hayat ve canlı tabiat mecralarından koparmak dediğimiz şey tam da bu.

Feryadının, hafızların ezberinden vaizlerin kürsülerine yankılanıp durduğu mabet duvarlarında değil; şehrin arka sokaklarında, karanlık gecelerin dumanlı, puslu mekânlarında, ateş pazarlarında, organ mafyasında, okul önlerinde vs. yaşadığına inanıyoruz.

Biz  buna “Yaşayan Kur’an” diyoruz.

Allah’ın devesine dokunmayın!” çağrısı Peki, bunun bugün anlamı nedir?

Öyle ki Semudlular kendi döneminin süper gücü haline gelmişlerdi. Sahipsiz bulduğu her şeyi talan etmeleriyle, saldırganlıklarıyla ve işgalcilikleriyle tanınırlardı. Ne garip, buralar bugün de saldırı, talan ve işgal altında!

Şimdi, aşağıdaki pasajda yer alan ayetleri okurken, lütfen olayın zamanını, mekânını ve aktörlerini, bugünün zamanı, mekânı ve aktörleriyle zihninizde yer değiştirerek okuyun…

“Semûd halkına da kardeşleri Salih demişti ki:

Ey halkım! Allah için çalışın, O’na ibadet edin. Sizin O’ndan başka tanrınız yoktur. Rabbinizden size apaçık sözlü uyarı geldi:

Bir gösterge olarak Allah’ın şu dişi devesi

Bırakın Allah’ın arzında otlansın. Ona dokunmayın; can yakıcı bir afete maruz kalabilirsiniz.” A’raf/73

“Hiç değilse Ad kavminin ardından nasıl hızla geliştiğinizi, yeryüzüne nasıl kök saldığınızı düşünün. Yazları sayfiyelerde kışları köşklerde yaşıyorsunuz. Artık Allah’ın nimetlerini düşünün de yeryüzünü talan etmeyin. ” A’raf/74

Halkının büyüklük taslayan ileri gelenleri, ezilen müminlere dediler ki:

Siz Salih’in Allah’ın peygamberi olduğunu kabul ediyor musunuz?

Onlar da “Elbette, getirdiği şeylere inananlardanız.” dediler. A’raf/75

Büyüklük taslayanlar dediler ki:

Biz de siz neye inanıyorsanız onları reddediyoruz.” A’raf/76

Derken Rablerinin emrini hiçe sayarak o dişi deveyi alçakça öldürdüler. “Ey Salih! Eğer gerçekten peygambersen şu diline doladığın afet gelsin bakalım” dediler. A’raf/77

“Çok geçmeden ansızın gelen şiddetli bir deprem ile sarsıldılar; kendi kâşanelerinde yüzükoyun serildiler.” A’raf/78

Salih o vakit onlardan yüz çevirmiş ve şöyle demişti:

Ey halkım! Gerçek şu ki ben size Rabbimin mesajlarını ilettim ve size nasihat ettim; fakat siz nasihat edenleri sevmiyorsunuz.” (A’raf/79

Görüldüğü gibi verilen mesajda “Allah’ın devesi” (nagatallah) tabiri, hemen sonraki cümlede “Allah’ın arzı yeryüzü” (arzillah) tabiri ile adeta tefsir ediliyor.

Bugün için denmek isteniyor ki:

Siz sahipsiz bulduğu her şeyi talan eden, siyasi ve askeri gücüne güvenerek, yeryüzünde hiç kimsenin size karşı koyamayacağını sanan, despotik, saldırgan ve işgalci bir güçsünüz.

Sahipsiz ve savunmasız bulduğunuz ülkelerin yer altı ve yerüstü kaynaklarına; petrollerine, doğalgaz yataklarına büyük bir iştah ve ihtirasla saldırıyorsunuz. Bunun için ülkeler işgal ediyor, dünya savaşları çıkarıyorsunuz. İşgal ettiğiniz sahipsiz ülkelerin kimsesiz çocuklarını toplayıp götürüyor, fuhuş mafyasında kullanıyor, organlarını satıyor, insan ticareti yapıyor, kâşanelerinizde köle ve hizmetçi olarak, fabrikalarınızda da ucuz işçi olarak çalıştırıyorsunuz…

Unutmayın ki yeryüzünde sahipsiz ve kimsesiz sandığınız her ne şey varsa işte o Allah’ın devesi (nagâtallah) tır; hava, su, petrol, doğalgaz, ağaçlar, bitkiler, ormanlar, çevre, kimsesiz çocuklar, garipler, ihtiyarlar, zayıflar, güçsüzler…

Kimsesiz ve sahipsiz otlanan şu “Allah’ın devesi” işte bunun işareti olacak. Bakalım aynı şeyleri hala yapıyor musunuz, yoksa vaz mı geçiyorsunuz…”

Malum, Hz. Salih bu çerçevede ısrarla mesajlar vermesine rağmen, o azgın ve saldırgan güruh kulak asmadı. İnadına “Allah’ın devesini” küstahça kesip öldürdüler.

Bu Salih de kim oluyormuş, ne diyor bu adam, hem Allah da kimmiş

Bütün dünyayı dize getirdiklerini, kimsenin onlara karşı koyamacağını, süper güç olduklarını, asla yıkılamayacakları söyleyerek burunlarından kıl aldırmadılar…

Ve günlerden bir gün korkunç bir depremle o çok övündükleri kâşanelerinde, korunaklı sayfiyelerinde, saray yavrusu malik hanelerinde yüzükoyun yere serildiler ve bir daha kalkamadılar. Yurtları viran, ülkeleri harap oldu…

Kulak ver ve dinle ey insanoğlu! Tarihin derin sessizliğinden gayrı

Onlardan önce nice kuşakları yok ettik. Onlardan bir ses bir seda işitiyor musun?” Meryem/98

Demek ki “Allah’ın devesi” örneği vaaz konusu bir menkıbe olsun diye anlatılmıyor. Tarih boyunca çeşitli örnekleri görülmüş, halen görülen ve bundan sonra da görülmeye devam edecek olan, can yakıcı bir insanlık sorununa parmak basıyor; sahipsizler, kimsesizler ve ezilenlere (mustaz’afin) karşı yürütülen her tür talan, işgal ve saldırıya insanlık, vicdan ve adalet adına ses yükseltmek…

Hz. Salih’in dilinden bize ulaşan Allah’ın sesi (kelimullah) bu olmak icap eder. Bugün bu sesi Kur’an’dan ilham alarak biz yükselteceğiz. Biz; yeni talan, saldırı ve işgallere karşı yeni Salihler…

Kulak ver ve dinle ey modern Semud!

SEMUD kısasında verilen mesajı günümüze taşıdığımızda karşımıza İsrail’in yaptığı soykırım çıkmaktadır. Yani İsrail “Allah’ın devesine dokunma!” Emrini çiğneyerek zalim kavimlerden olmuştur, sonu da onlar gibi olacaktır.

Mahmut AKYOL

 

 

 

 

KARDEŞİM EBU ZER

logo5

KARDEŞİM EBU ZER

Sizlere Kardeşim Ebu Zer üzerinden dinin canlı, dinamik, yaşayan ve isyan yüzünü anlatmaya çalışacağım.

Ey iman edenler! Hahamların ve rahiplerin birçoğu, insanların mallarını hem haksızlıkla yer, hem de Allah yolundan alıkoyarlar. Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanları acı bir azabın beklediğini haber ver. O gün biriktirip yığdıkları ateşte kızartılacak ve alınları, böğürleri ve sırtları onlarla dağlanacak. İşte bu bencilce biriktirip yığdıklarınız; haydi tadın bakalım denecek.” Tövbe/34

Kardeşim Ebu Zer, bu ayeti gerektiğinde herkesin yüzüne okurdu. Bazen Kâbe’de açıktan tek başına okurdu. Müslümanlar, nedense bu halini pek tanımadı.

Eğer İslam’ın gürleyen sesini, haksızlıklar karşısında susmayan yüreğini, Rebeze Çölünde nasıl gömüldüğünü bilselerdi, eminim bu yanlışa düşmezler, Ebu Zer’in kemiklerini sızlatmazlardı…

İslam tarihinde, toplumsal düzen ve düşünce karşıtlarına en keskin itirazları yapan, dürüstlüğüyle hafızalarda yer eden, Hz. Ali ile aynı frekans içinde yaşayan birisini bilselerdi, eminim Ebu Zer’i çok severlerdi…

Kardeşim Ebu Zer’in, İslam’la tanışması ilginçtir. Adını sıkça duyduğu peygamberin yanına Hz. Ali ile birlikte gelmiş ve Hz. Peygamberle sanki yıllardır tanışıyormuş gibi rahat tavırlarıyla selamlamıştı.

Kardeşim Ebu Zer’i, Hz. Muhammed’in ölümünden sonra yönetimde bulunan Hz. Osman ve Muaviye’nin yanlışlarını görmüş, sık, sık Medine’ye gelerek Hz. Osman’ı uyarmıştı.

Gidişattan memnun olmayan muhalif gruplar kendisinden yönetime karşı ayaklanma başlatmasını teklif etmişler ama Ebu Zer, bunu kabul etmemişti.

Hâlbuki Ebu Zer, Hz. Osman’a ilk biat edenler arasındaydı. Fakat Onun yaşlılığı ve yumuşaklığı sebebiyle başarılı olamayacağı konusunda endişe duymuştu.

İslam adına yapılan her hareketin içinde aktif olarak yer almıştı. Fakat Muaviye’nin Suriye’deki yanlışlarla dolu yükselişi, onun sesini yükseltmesine sebep olmuştu.

Hz. Osman devrinin ikinci yarısından itibaren başlayan Arap/Kureyş asabiyetine dayalı muhafazakâr/devletçi politikayı eleştirmeye başlamış, devlet olmanın ve fetih hareketlerinin getirdiği zenginleşme karşısında ‘Mülkün sahibi Allah tır’ sözüyle İslamın inşasına yeniden bu değer üzerinden başlanılması gerektiğini istemişti. Onun bütün isyanı ve karşı çıkışının sebebi bundan ibaretti.

Muaviye, Ebu Zer’in eleştirilerinden iyiden iyiye rahatsız olmuş, Hz. Osman’a haber göndererek sesinin kesilmesini istemişti. Hz. Osman da Ebu Zer’i Medine’ye çağırmış, huzura çıkan Ebu Zer‘e ulu orta yerde konuşmamasını’ söylemişti.

Fakat O yine de kıyasıya eleştirmekten çekinmemişti. “Yakınlarını tayin ediyorsun, adam ayırıyorsun” demişti.

Ebu Zer, İslam’ın en harlı döneminde ortaya çıkmış, bu uğurda akıl almaz fedakârlıklarda bulunmuştu.

Lakin İslam’ın yönetimini elinde bulunduranlar Onu sürgün etmiş, aç bırakmış deli muamelesi yapmış, olmadık eziyetlere, zorlamalara muhatap etmiş, fakat O, yine de yılmayarak ‘Sosyal Adalet’ in inkişafı için çalışmıştı.

Yukarıda söylenildiği gibi Suriye valisi Muaviye ile ters düşmüş, Muaviye’nin yüzüne Tevbe 34. Ayetini okumuştu. Devamında da, ‘Eğer bu yaptırdığın Saray Allah’ın malındansa hainliktir, kendi malınsa savurganlıktır’ demekle, ‘Sen Müslümanların haham ve papazı gibisin’ demek istemişti.

Muaviye bu ayetin Ehl-i Kitap hakkında indiğini, kendisini bağlamayacağını söyleyince Ebu Zer, ‘ayet her iki kesimi de muhatap alır’ demişti.

Ebu Zer’in eleştirileri halk arasında geniş yankı bulmuş, merkeze karşı çevreden bir muhalefet hareketi giderek oluşmaya başlamıştı.

Muhalefetin temel argümanı, ‘Arap/Kureyş/Emevi asabiyetinin giderek devleti ele geçirmesine’ duyulan tepkisinden ibaretti.

Çevredeki yeni Müslüman olmuş ‘mevaliler’ (Emevi olmayan Müslümanlar) kendilerine ayrıcalıklı muameleler yapıldığını iddia ederek, mevali hakları, adalet, eşitlik kavramlarını bayraklaştırdı.

Muaviye ise bu eleştirileri görmezden geldi ve Ebu Zer Rebeze çölüne sürgün edildi.

Muaviye’nin emriyle sırf yolda ölsün diye kızgın çölde yolculuğa zorlandı, aç/susuz şekilde sürgüne yollansa da O, yine de pes etmedi.

Zor durumda olmasına rağmen Muaviye’den gelen yardımları ret etti, metanetini yitirmedi, haline isyan etmedi. Bir kilim çadır içinde ömrünün son zamanlarını geçirdi.

Ölümünün yaklaştığını anlayınca Ebu Zer hasta eşine; ‘sarılacağı kefenin devlete ait olmamasını vasiyet etti’ ve birkaç gün sonra da vefat etti.

Eşi oradan geçmekte olan bir kafileden yardım istedi:

Ey Allah’ın kulları, şurada bir adam öldü. Cenazesini kaldıracak kimse ve üzerine sarılacak kefeni yoktur. O, Allah’ın Resulü’nün sahabesi Ebu Zer’dir’ diye seslendi.

Sonuç itibariyle Ebu Zer, yalnız da olsa, dinin isyan ve adalet yüzüyle yaşadı ve aynı şekilde yalnız öldü.

Acaba biz, Ona benziyor muyuz sorusunu kendimize soralım?

Mahmut AKYOL

 

‘LA İLAHE İLLALLAH’

logo5

‘LA İLAHE İLLALLAH’

Vicdanın kaynağı akıldır.

Yani Dinin kaynağı vicdandır.

Vicdan etrafından dönen her kişi, rahatlıkla din, vardır der.

Allah, insanoğluna yeryüzünde, Mabetsiz ve Mabutsuz bir dönem yaşatmamıştır.

Ancak tarih boyu iktidarlar, insanların vicdanlarını hep baskı altında tutmuştur.

Sebebine gelince:

İktidarlar, kendilerine karşı oluşan muhalefetleri ortadan kaldırmak istemişlerdir.

Emevi, Abbasi, Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye’de hayat bulan İslam, Sasani ve Roma’da oluşan inançların tipik bir tekrarı olmuştur.

İslam, kendi özünden devrini tamamlamadan sahneden çekilmiştir. Bu ‘İdeal İslam’ anlayışı, yeryüzünde varlığını yaklaşık 30-40 yıl sürdürmüştür.

Bu döneme ‘Asr-ı Saadet’ denir.

Din, ‘La İlahe İllallah’ tır.

Yani Allah’tan başka ilah yoktur.

Din, evrensel insan vicdanına seslenmiştir.

Allah, dış dünyada görünür bir nesne olmadığı için, bu görünmez gücün kabulü ve O’na ibadet  noktasında sorunlar yaşanmıştır.

Allah, insanın zihninde inkişaf etmiş, bu inkişaf insanın duyduğu acılar ve ihtiyaçlarından hareketle O’na ulaşmıştır. Yani Allah, senin kendisine ihtiyaç duymanı istemiştir.

Bütün toplumu bağlayan, bütün evreni kuşatan, topluma ve evrene hayat (ruh/nur) veren  bir güce insan her zaman ihtiyaç hissetmiştir. O da, insan zihninde Allah olarak belirmiştir.

Daha sonra dünyada devletler, Karunlar ve Hamanlar aracılığıyla otorite, baskı, kavmiyet, milliyet, cinsiyet ve mülkiyette eşitsizlik meydana gelince Allah, azgın ve sapkınlar için yeniden kendi içlerinden bir peygamber göndermiştir. Böylelikle Allah’ı, kitabı, peygamberler yoluyla öğretmiştir.

Kozmoloji ve Biyoloji verileri esas alındığında görülüyor ki Allah insana önce düşün, tabiatla uyumunu sağla, iş ve değer üret, daha sonra bana yönel çağrısında bulunmuştur.

Allah, ‘La İlahe İllallah’ı’  bir şiar ve slogan olarak kullanmıştır.

Yani ‘Allah’tan başka ilah yoktur, Allah’tan başka bütün Tağut otoriteler reddedilmiştir.

Ancak İslam, ’dinlerden bir din değildir’.

İbadetler diğer dinlerin görkemli tapınakları, din adamları sınıfı ve kendilerine özgü dini kıyafetleri, tütsülü ayinleri, kutsal gün ve geceleri, mucizeleri, kehanetleri bizde olmalıdır, denildiği andan itibaren durum değişmiş, kitaplar yenilenmiş, elçiler gelmeyi sürdürmüştür.

Mesela İran Kisra’ sının karşısına çıkan sahabenin ‘Baldırı çıplak çöl bedevileri sarayıma kadar niye geldiniz?’ diye sorunca o da, ‘İnsanları dinlerin zulmünden ve krallara ibadetten kurtarmaya geldik’ cevabını vermiştir.

Şimdilerde Müslümanların, İslam’ın bu misyonun dan başka bir şeylerle meşgul oldukları görülüyor.

Yani sahabenin dilindeki ‘din ve ibadet’ şu an hiç de bizimkine benzemiyor. Yani sahabenin söylediği ‘la ilahe illallah’ evrensel çağrısı, bizim söylediğimize hiç benzemiyor.

Mekke’de o gün Ebu Leheb gibilerin başını çektiği, Allah Kâbe, din ve ibadet istismarına dayalı tefeci bezirgânlarına karşı söylenen ve bir isyanı yansıtan özden söylenen ‘la ilahe illallah’  sözü bizim dilden söylediğimize benzemiyor!

O sahabenin dilindeki ‘din ve ibadet’ yansıtan ‘la ilahe illallah’ kelimesi, Kur’an’ın kullandığı anlama paralel olarak Kral saraylarında,  Ruhban tapınaklarında, bezirgân sofralarında ve gaza meydanlarında söylenilen kelama, bizim söylediğimiz söz hiç benzemiyor!

Üzülerek ifade etmeliyiz ki, indiği çağda zaten kullanılmakta olan ‘din ve ibadet’ kavramları sarayların, tapınakların ve bezirgânların dünyasından çekip alan ve ona bambaşka bir yön veren Kur’an, bugün ‘mehcur’ dur. Bu nedenle olsa gerek ki, ‘İslam dinlerden bir din’ olma yoluna girmiştir.

İşte bu sebeptendir ki, İslam Dininin inanana hayat veren kavramlarını yeniden canlandırmak, bizim en büyük meselemiz olmalıdır.

Yine söylemeliyiz ki bunları tespih çekerek, vird yaparak  diriltmek imkânı yoktur. Öyle olsaydı Allah bunu söyler, Allah’ın Elçisi da bu söyleneni yapardı!

Akit, Allah ile Müminlerin arasında yapılan bir anlaşmadır. Bu anlaşma metni, peygamber vasıtasıyla insanlara Allah tarafından gönderilmiş sözlerin bir bütünüdür.

Bu sözlere dayalı olan inancımıza göre Allah, görünmez bir güçtür. Akit; bu görünmez güçle yapılandır. Bu güce inanmak, kabul etmek ve güvenmek imandır. Ardında da ‘Anlaşmalarınızı bozmayın’ denir.

Günümüz Müslümanlarının en büyük problemlerinden birisi, beklide en birincisi; Allah’a inandıkları halde, o derece Allah’a güvenmemeleridir.

Garip değil mi, hem inanacak ve hem de güvenmeyeceksin. Bu bir çelişki değil midir?

İman etmek aslında ‘güvenmektir’. Bu da ‘göklerde ve yerde ne varsa‘ hepsinin Allah’a ait olduğu anlamına gelir. Her şey O’nun olduğuna göre, O’na ‘Senin her şeye gücün yeter, Sana güveniyorum’ demekten başka ne diyebiliriz ki…

Yağmuru yağdıran, nebatı bitiren, güneşi doğudan doğuran, gece ve gündüzü birbiri ardınca getiren, kışı ve yazı birbiri ardınca takip ettiren, canlıları üreten, ekinleri yeşerten, tüm rızık ve rızık kaynaklarını tükenmeden var eden Allah’tır.

Allah herkese kısmetini ayırmıştır.

Allah’a inanın ve güvensiz tipler olmayın.

Sonra münafık olursunuz.

Mahmut AKYOL