ALLAH; “LEHU’L-MÜLK”LE KUR’AN’IN HER SAYFASINI ADETA DAMGALAMIŞTIR.

logo5

ALLAH; “LEHU’L-MÜLK”LE KUR’AN’IN HER SAYFASINI ADETA DAMGALAMIŞTIR.

Şimdi sizler, Ey Müslümanlar!

  • Her sayfası soğuk bir mühürle damgalanan Kur’an’a yönelin…

Eğer İslamiyet’e ve onun kaynaklarına adil bir gözle bakarsanız; dünyayı bugünden çok farklı görürsünüz.

İslam’a vicdanınızdan bakarsanız İbrahim’in, Musa’nın, İsa’nın ve Muhammed’in davetini ve “mülkiyete” baktıkları yeri sizde görürsünüz.  Saniyen onların baktıklarının içinde kendinizi bulursunuz.

Mülk, sahip olmak demektir. Melek, melekût, mülkiyet hep bu kökten gelir.

Kur’an, “Mülk Allah’ındır”. Yani Sahip olunacak ne varsa, yerde ve göklerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Siz hiçbir şeyin sahibi değilsiniz. Sahip olduğunuz yegâne şey “emeğinizdir” diyor.

Âdem kıssasında; “Şeytanın dürtüsünün şecere-i huld ve mülk-i la yeblâ” olduğu söyleniyor. Şecere-i huld; bir şeyi son sınırına kadar toplamak, mülk-i la yeblâ da yıkılmayacak bir servet ve iktidar sahibi olmak oluyor.

Kur’an, insanı aldatan şeyin aslı-esasının bundan ibaret olduğunu söylüyor. Yani “son sınırına kadar toplamak” ve “yıkılmayacak bir servet ve iktidar sahibi olmak”!!!

Şeytan, bunu dört yönden girerek yapıyor. Sağdan (siyaset/iktidar), soldan (servet), önden (şehvet), arkadan (şöhret).

Bunlar; insanın haz ve güç kaynaklarıdır ve aldatıcıdır. Mülk, dünya hayatının geçici metaıdır.

Kıssalar, tabiat tasvirleri, cehennem tehditleri, cennet müjdeleri hep Mülkle alakalıdır.

Eğer insanlar hayata ve dine baktıkları yerlerini değiştirirlerse; yeryüzünün kurulmuş düzeninin insan kibri, hırsı, hasedi ve haksızlıkları sonucu bozulduğu görülecektir.

Muhafazakâr dini anlayış sahipleri dine üç kategoriden bakmışlardır. Bunları tafsilatlandırmak şimdilik konumuzun dışında, lakin “ibadet” kavramının günümüzün diliyle anlaşılması lazım..

İnsan iradi bir yol çizdikten itibaren sorumluluğu kendine ait davranışlarda bulunur.

Davranış fiil, iş ve oluş demektir.

Allah kullarına vakti, şekli ve zamanı belli “nusuklar” bildirmiştir ki, bunlar insanları “iyiliğe, doğruluğa ve güzelliğe” götürsün…

Biz deriz ki; eğer yapılan nusuklar inanları “iyiliğe, doğruluğa ve güzelliğe” götürmüyorsa, Ebucehilin, Ebulehebin ve Muğirenin yaptıklarından bir farkı kalmaz.

Bu bakımdan insanlar dünya cenneti (infak, zekât, tasadduk, hayr, karz-ı hasen, İsâr, namaz, orun, hacc, zekât ve cihat vs.) kavramlarla doldurmaları gerekir. Değilse hem dünya ve hem de ahiret cenneti insan için hüsran olur!

Sosyal İslam, kamu yararına olan düzen demektir. Şimdi güncel tartışmaların içine düşmeden Sosyal İslam meselelerini anlamaya çalışalım. İnfak, zekât, tasadduk, hayr, karz-ı hasen, İsâr, namaz, orun, hacc, zekât ve cihat üzerinde inceden inceye düşünelim:

Acaba Allah’ın buyurduklarına ne kadar yakınız? Yoksa yaptıklarımıza Allah’ın ihtiyacı olmadığı gibi, mülkünden de bir şey artırmayacaktır!!!

Din var olan durumlara bir protestodur, mazlumun içli feryadıdır, kalpsiz dünyanın kalbidir!

Dinin iki yüzü vardır:

  • Biri vicdani yüzü,
  • Diğeri de afyon yüzü,

Bütün dinler hatta ideolojiler hayatta böyle seyreder.

İnsanlar “zalimler ve mazlumlar” diye ikiye ayrılır. Kimin hakkı yeniyorsa, o mağdur olmuştur. Kim mazlum edilmişse onun ırkına, dinine, cinsiyetine bakılmaksızın zalime müdahale edilir.

2/193 Ayetinde Kur’an “Ancak zalimlere düşmanlık vardır” der.

Eğer bu anlayışla hareket edilirse Müslümanlar tekrar yedinci yüzyıldaki gibi tarihin önünde gider, dünya için umut olurlar. Dünya, cennet ve adalet yurduna döner.

İtiraz edilmesi gereken şey, sistemin kendisi, Sistemin devlet anlayışı, iktidar mantığıdır. Bunun Kemalistlerden Muhazafakarlara geçmesi bir anlam ifade etmez…

Adalet, eşitlik, emek ve özgürlük devletten de iktidardan da önce gelir. Zaten devlet ve iktidar dediğin bunlar için vardır. Bu kavramlarla çeliştiği an devlet ve iktidar meşruiyetini kaybeder.

Türkiye’de banka soyana hırsız deniyor da, banka kurana neden denmiyor? Şaşıyorum…

Bakara 279. ayette şöyle denir: “Faiz yiyenlere Allah ve Resulü’nün savaş açtığını bildirin.” ‘Bilin ki faiz yiyenler Allah ve Resülü’ne savaş açmış olurlar’ değil; ‘Allah ve Rusülü’nün onlara savaş açmış olduğunu bildirin…”

Durum bu iken faiz kurumları nasıl İslam dünyasında kol gezebiliyor? Onlarla nasıl uyuşulabiliyor? Faiz en büyük emek sömürüsü ve hırsızlığı değil mi?

Tefecilerin, emeği ile geçinenlerin ellerindeki servet ve parayı sömürmesidir. Bugün dünya ekenomisi dediğinizin temeli borç ve faiz üzerine kurulu…

Borç ve faiz sarmalında insanlar köleleşmiştir.  Böyle bir dünya ruhsuzdur, kalpsizdir. Kur’an çağrısı onun için varolan ruhsuz koşullara ruh, kalpsiz dünyaya kalp olmak için inmiştir.

Fakat insanların şehirlisi, köylüsü, kadını, erkeği hepsi açgözlü, bencil, korku ve tasa içinde… Çünkü sistem tok ama insanoğlu aç. Ruhen aç, doymuyor. Bunu sağlayacak şey de dindir.

Kur’an işe buradan başlıyor.

Dünya hayatı (malı mülkü) geçici bir faydalanmadan ibarettir, öleceksiniz, toprak olacaksınız, hiç birisi sizin değil, hepsi Allah’ın!!! İnsanoğlunun gözünü önce Allah toprak ile doyuruyor!

Kalpler ancak Allah ile doyar, tatmin olur! Önce insanoğlunun bu hırsını durduracak bir şey lazım. En azından zararsız hala getirecek, onu sürekli içten denetlemek lazım…

İnsanoğlunun yeryüzündeki hikâyesi bu korkuları yenmeye çalışmanın tarihidir.

İki tür korku vardır; dışsal ve içsel korkular:

  • Dışsal korku iktisadi ve siyasi korkulardır.
  • İçsel korkular ölüm, tasa, intihar duygusu, anlamsızlık, hiçlik vs.

Onun için burada maneviyat önemlidir. Yeter ki din ve maneviyat afyon olmasın.

İnsan korkularını yenmesi için, özgür olmalıdır.

Cemaat’ in ne olduğu, namazda, safta, Hacc’daki tavafta belli olur. Safta eşitlenirsin, tavafta rütbeler sökülür, hiyerarşi ortadan kalkar.

İmam cemaatin uyduğu tüm kuralara uymak zorundadır, tek farkı biraz öne çıkmasıdır.

Tavafta her tür kavmiyet, milliyet, mülkiyet ve hatta cinsiyet farkı ortadan kalkar. Tam bir eşitlik gösterisine dönüşür.

İşte İslam’da cemaat budur, böyle olmalıdır. Piramit değil; halka, balkon değil; avlu…

Peygamberin cemaati böyleydi. Aralarına karışır, gelen Hanginiz Muhammed diye sormak zorunda kalırdı.

Hz. Peygamber kimseyi sürekli bir makama getirmezdi. Her namazda imam, her savaşta komutan, her seferde vekil değişirdi. Ebedi ve tapulanmış makamlar yoktu. İçeri girince kimseyi ayağa kadırmazdı, kimseye elini öptürmezdi, arkasından kalabalığın yürümesine izin vermezdi, evinin önünde nöbetçi bekletmezdi, korumaları hiçbir zaman olmamıştır.

Cemaatte birinin diğerinden daha fazla zengin olamasına izin vermemiştir, sürekli infak ettirmiştir. Namazdan sonra yüzüne döner ve cemaate bir derdi olan var mı diye sorardı. Bunu sürekli yapardı, camide dertler paylaşılır, acılara ortak olunur, kaynaşılır ne varsa bölüşülürdü.

Bu hasletler Emevi döneminde kaldırıp tesbih çekme âdeti getirildi ve cemaat sustu. Hala öyledir.

Onlar akşama kadar çalışırlar, kazandıklarının ihtiyaçtan fazlasını akşam bölüşürlerdi. Onlar böyleydi…

Şimdiki cemaatler böyle mi? Değil! Şimdiki cemaatler de yukarıdakilerden hiçbirini göremezsiniz.

Mahmut AKYOL

 

Yer işareti koy permalink.

Yoruma kapalı.