ALLAH’IN TAKDİRİ, KULUN KADERİ…
Bir rızkın bir kişiye nasip olması için o kişiyle o rızkı paylaşmak lazım gelir…
Eskiden bilgiye ulaşmak zordu. Zor olan bilgi kıymetliydi. Şimdi öylemi, bilgi bir tuşun ucunda…
Bilgiyi elde etmek için Raflarda gezinmeye, birbirine karışmış kitapların kokularını teneffüs etmeye gerek kalmadı…
Bir dostuma yazılarımı okuyup okumadığını sordum. “Yazdıkların güzel, lakin çok uzun oluyor, okumaya vaktim olmuyor.” Dedi. “Aslında taş çatlasa, beş/altı sayfayı geçmiyor…”
Demek ki nasip değilmiş diye kendimi teselli ediyorum…
Kader, insan için bir yol ayrımıdır. Kader, insanın cüzi iradesiyle Allah’ın külli iradesinin birleşmesidir.
Hatalarımızı kadere bağlamak doğru değildir. Böyle yapılması bir samimiyetsizlik ve tek başına bir sorumsuzluktur. İnsan için fiillerin ilk kaynağı, kulun kendisidir. Kader, hem kendi kontrolümüzün içinde, hem de dışında olan bir olaydır.
Allah’ın takdiri “Adalet, hakkaniyet ve hikmet ten ” ayrı değildir.
Mesela:
“Hoşunuza gitmese de savaş size farz kılındı; mümkündür ki bazen hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için iyi, hoşunuza giden bir şey de sizin için kötü olabilir. Allah bilir, siz bilemezsiniz.” (Bakara Suresi 216. Ayet)
Yasin Suresi boyunca ele alınan konular, ölümden sonra diriliş ve hesap günü etrafında döner.
Sure, tarihi süreç içinde genellikle Müslüman ölülerin arkasından okunmuştur.
Lakin surenin içinde geçen 70.ayet “Dirileri uyandırmak için” ifadesi son derece dikkat çekicidir…
Hakka kulak vermeyen insanlar için, Allah sayısız uyarıcılar gönderdi ama yinede kar etmedi…
Allah bütün Hak Dinleri, Ümmi Peygamberler üzerinden göndermiştir. (Ümmi demek, halkın bağrından çıkan, din adamları sınıfından olmayan demektir.)
Onlar: “Siz bizim bahtımızı kararttınız…” (Yasin 18)
Elçilerde: “Bahtınız kendi elinizdedir…” (Yasin 19)
***
Kader konusunda birkaç misal:
Emevi Kader Doktrini, yani Brahman “Kast Sistemi” Yoksul ve mutsuz insanlara “Ahirette” karşılığını alacaklarını söyler.
Bu Gayri İslami düşünce anlayışından kurtulmak gerektir.
Din, halkın vicdanında bir çığlık iken, Kisra ’nın Sarayına dayanır; “Ey Baldırı çıplaklar! Burada ne işiniz var?” diye bir soruyla karşılaşırlar. Peygamberin dava arkadaşları da, “İnsanları dinlerin zulmünden kurtarmaya geldik!” derler.
Hasan-ı Basri, Emevi Yöneticilerine şöyle dedi: “İşlediğiniz kötülük ve zulümler kendi ellerinizle yaptıklarınızdır. Bunlar kendi kaderimiz görüşü batıldır. Allah zulmedenleri sevmez. Bilakis böyle durumlarda zulme uğrayanlara cihadı emreder…”
Peygamberin vefatından ve dördüncü halife döneminden itibaren, İslam’ın kerih gördüğü, birçok şeye tekrar geri döndüler (Mürted.)
Kabile kavgaları, ırkçılık temayülleri, Mevali olanların merkezin dışına itilmesi, devlet malından zenginlerin çoğalması, yalancı peygamberlerin ortaya çıkması vs.
Bütün bunlar, Emevi hanedan devleti boyunca sürdü ve devletin bünyesinde kemikleşti. Hala da hızını kesmiş değildir.
Bu itikadî yanlışlardan biri de, inananların “aff” meselesidir. Güya inananları ümitsizlikten kurtarmak için, “Hadis” kitaplarına bir sürü mevzu hadisler koyuldu…
Hâlbuki Kıyamet Günü şefaat yalnız Allah’a aittir.
Kur’an’a göre Nebilerin, Şehitlerin, Salih kimselerin şefaat yetkisi yoktur! Yazık ki hala bu memlekette bu tür şeyler, prim yapıyor! Bu tablolar ülke insanının, ne kadar İslamsız ve cahil bırakıldığının göstermiyor mu?
Zulme karşı direnmek, komşuyla iyi geçinmek, kan dökmemek, davranışlarında adaleti ve dürüstlüğü terk etmemek, insanın kendi iradesindedir!
Demek ki, çalmak, öldürmek, iftira atmak, yalan söylemek, zina yapmak, haram yemek, adalet/emanet/Velayet, gıybet, zulüm yapmak insanın kendi elindedir…
Demek ki, bir yaraya merhem olmak, bir öksüzün başını okşamak, bir yoksulu doyurmak, bir mazluma arka çıkmak, insanın kendi elindedir…
Demek ki, tüm kötülüklerin anası; mülkü kenz etmek, hırs, kibir ve haset içinde olmak insanın kendi elindedir…
Brahman “Kast Sistemi”; Hint toplumunda Brahmanların kurdukları Kader anlayışı tipik bir “Emevi Kader Doktrini” dir.
Brahmanlar toplumu kastlara bölmüşler ve en üste kendilerini yerleştirmişler, buna da “Tanrısal yazgı” demişlerdir.
En altta sürünen “parya” ya, “Eğer mutlu olmak istiyorsan, şimdiki hayatında ki bu yazgıya itaat et, uslu dur, ikinci hayatında üst kastta doğabilesin! Aksi halde ikinci hayatından bir böcek olarak bile doğamaya bilirsin.”
Bu nedenle üst kastlara çıkmanın yolu, var olan düzene uymak, itaat etmek, olan bitene boyun eğmek ve bu halde ölümü beklemek, ölümden sonraki ikinci hayatta üst kastlarda yeniden doğmak için bunların şart olduğu söylenmiştir.
Roma’nın köleci düzeni “Stoacı kader” anlayışına gelince “Tanrısal Yazgı” düzeni aynı şekilde işlemiştir. Roma’nın hayatı, köleci bir toplumdur.
Çünkü doğanın kanunu böyleydi. Birileri efendi olurken, birilerinin köle olması gerekliydi. Buna “Stoa (mevcut durum) Felsefesi” deniliyordu. Buna karşı gelmenin cezası ölümdü.
Sonuç itibariyle her üç kader anlayışı, birbirinin içinden çıkmış ve Roma’nın köleci düzenini sürdürmüştür!
Mahmut AKYOL