KUR’AN’I DUYARAK, ANLAYARAK, GEREKLERİNİ YERİNE GETİREREK OKUMAK

logo5

KUR’AN’I DUYARAK, ANLAYARAK, GEREKLERİNİ YERİNE GETİREREK OKUMAK

Allah’ın kitabının değişik isimleri vardır.

Bazıları şunlardır:

Furkan (ayıran), Zikr (hatırlatan), Tenzil (indirilen), Hikmet (bilgelik kaynağı), Şifa (tedavi eden), Huda (doğru yolda yürüten), Sırat-ı müstakim (doğruluk/dürüstlük), Habl (yol/ip),

Rahmet (sevgi/ merhamet kaynağı), Ruh (canlılık/soluk/nefes/gerçek yaşam), Beyan (açıklama), Besair (vicdanın sesi), Fasl (ayıran/karıştırmayan),

Necm (parça parça inen), Nimet (iyilik/lütuf), Burhan (kanıt/delil), Gayyum (hayatın içinden gelen), Müheymin (sapasağlam güvenli sığınak),

Nur (aydınlatan), Hakk (gerçeğin ta kendisi), Aziz (güçlü/yüce), Kerim (cömert), Azim (büyük/kalıcı/sürekli), Mübarek (çağlar boyu yankılanacak olan)

Bu isimler, Kur’an’ın vermek istediği bütün mesajları özetler.

Bir devletin ismi insanlar tarafından konulur. Fakat Kur’an’ın ismi bizzat Cenab-ı Allah tarafından konulmuştur.

Bu çok şerefli bir Kur’an’dır.” (Vakıa/77)

Cenab-ı Allah Kur’an-ı Kerim’inde Peygamberine şöyle der:

Oku, çünkü Rabbin Sonsuz Kerem Sahibidir,” (Alak Suresi 3. Ayet)

Sözüyle ne anlatmak istiyor?

Ben, buradaki “oku” sözüyle, Peygamberin bir metni yüzünden okumasını istemiş olduğunu anlamıyorum.

Benim anladığım şu:

Ey Nebi, “Git insanları uyandır, onları Allah’ın mesajına çağır, İslam’ın mesajını insanlara taşı, sorumluluğu yüklen” şeklinde anlıyorum.

Oku! Senin Rabbin çok cömerttir, Ekrem’dir.” Sözü ile Cenabı Allah kendisini, kullarına ne kadar Kerim olduğunu (cömert) bildirir.

Denilmek istenir ki:

Ey insanlar! Benim size verdiğim gibi sizde cömert olun. O zaman sizler de üretir, meydana getirir, yapar, ürettiklerinizden ihtiyaç sahiplerine verir, paylaşır ve bölüşebilirsiniz.”

Görülüyor ki şerefli olmak Allah’ın kullarına bedavadan verdiği bir nimet değildir. Bunun bir karşılığı vardır. O da “cömert” olmaktan geçiyor.

Bu bakımdan Allah bize, Kur’an-ı okurken “Kerim” bir gözle okumamızı istiyor. Zira bütün peygamberler kendilerine verilen kitaplarını böyle okumuş, ümmetlerine de böyle okumalarını tavsiye etmişlerdir.

Bu sebeple cömertliği kendinden menkul elçiye:

Resul-i Ekrem”,

Onun yaşadığı şehre:

Mekke-i Mükerreme”,

Getirdiği kitaba da:

Kur’an-ı Kerim” denilmiştir.

Bu anlamda getirdiği din:

Doğruluk dinidir”.

Acaba, sadaka vermekle insan neyi doğrular?

Allah’ın verdiği nimetlerin ihtiyaçtan fazlasını muhtaç olanlara vermek suretiyle o insana “imanını” doğrular.

Bu konu üzerinde Kur’an çok hassastır. İnfak, sadaka ve Karz-ı Hasen yollarını kullanarak insan imanını doğrular. Kur’an’da böyle yapmayana “Münafık” denir.

Nifak, infak, münafık aynı kökten gelir. Sizce de enteresan değil mi?

Allah’a güzel bir borç vermek, Karz-ı Hasen yapmakla olur.

Kuran’ın Mekke’den itibaren kullandığı en esaslı kavramlardan biri Karz-ı Hasen’dir.

Karz, kredi demektir.

Karz-ı Hasen, görünmez bir güç olan Allah’a karşılıksız kredi açmak… Ne dehşet verici şey…

Şaşırtıcı diğer bir meselede, Nifakla infak konusu, Medine döneminde ortaya çıkmıştır. İnfak, Kur’an’ın dilinden düşürmediği sözlerin başında gelir. Mekke döneminde münafık yok iken, Medine döneminde mantar biter gibi biter.

Fakat Müslümanlar dini Religion din duygusu ve dindarlık olarak anladıkları için bu konulardan fersah fersah uzaktırlar!

O halde gelin bir öksüzün vicdanı üzerinden insanlığa gönderilen Kur’an’ı Kerimi hayatın içinden okumaya çalışalım.

Allah kendi kitabında kendisine “Hayy” ve “Kayyum” der. Yani Allah dipdiri, yaşamın kaynağı ve yarattıkları üzerinde titreyendir.

Hakikat şudur:

Evrenin yaşam kaynağı ve enerjisi Allah’ın sevgi ve merhametidir. Evren üzerinden bu sevgi ve merhametin bir an için kesilmesi, kıyametin kopması anlamına gelir.

Bu tespitten hareketle denilebilir ki, Müslümanlar Kur’an’ı hayatın içinde anlamalı ve kavranmalıdır. Yoksa Müslümanların dünya hayatı içinde ki, geri kalmış halleri kaçınılmaz olacaktır.

Bu geri kalmışlıklarını örtmek için, yanlış bir “kader” anlayışına sarılmak daha büyük bir yanlıştır.

Geri kalmak ve ya ilerlemek dünya ile ilgilidir. Bunlar akıl olmadan çözülmez. Kur’an’ı Kerimde birçok kere “akletmekten” bahsedilir. Fakat Müslümanlar, gerek Kur’an’a ve gerekse dünyaya bu pencereden bakmayı bir türlü beceremediler.

Demem o ki, Kur’an’ın ezberlemek, gürül gürül okumak, hatmetmek ve zikretmek ayakta kalmak için yeterli değildir!

Bizlerin yapacağı şunlar olmalıdır:

Allah’ın Resulü Kur’an’ı nasıl okuduysa, dünyayı nasıl gördüyse, bizlerde öyle okumalı ve görmeliyiz.

Fakat zamanla, sonradan gelenler mülke olan hırsları sebebiyle, bu uzun soluklu işi terk ettiler. Kolay yolu seçtiler. Kur’an’ı bir metin okumak olarak anladılar. Dünyayı kötülüğün kaynağı olarak anladılar.  Aklı da kerih gördüler.

Kaldı ki, dünya ahiretin tarlasıdır.

Eğer Allah’ın Resulü gibi bizler de Kur’an’ı okuyabilseydik:

Kur’an’ın özünün zulme, zalime, haksızlık ve adaletsizliğe karşı meydan okumak olduğunu anlardık!..

Çünkü Allah’ın Resulü Kur’an’ı Kerimi müşriklerin, zalimlerin, haksızların yüzüne adaleti haykırmak için okumuştur!

Bu okuma biçimi tabii ki, türlü engelleri beraberinde getirir. Böyle okumak isteyen birisi büyük bedeller ödemek zorunda kalır. İnsanı yerinden/yurdundan eder.

Bu okuma biçimi iman ister, yürek ister!..

Bu şekilde okumayan Müslümanları bir korku sardı. Müslümanlar, iyiden iyiye yeraltına kaydı. Tasavvufun kayığına bindiler sallanıp duruyorlar…

Halbuki Hz. Peygamber “Oku” emrini aldığında kitap okumak için kütüphane aramadı, kitap toplamadı, âlim geçinen insanların dizilerinin dibine oturmadı. O, Mekke’nin orta yerinde, Kâbe’nin yanı başında topladığı insanların üzerinden dünyaya seslendi. “Ben Peygamberim, Ben Abdullah’ın oğlu Muhammedim…” Dedi…

İşte Müslümanlar buradaki oku emrinin ne anlama geldiğini anlamakta zorlandılar.

Bu bakımdan diyebiliriz ki Kur anı anlamak, her şeyden önce Allah Resulünü anlamaktır. Allah Resulü Hira’dan Mekke sokaklarına indikten sonra, “Yeda Ebi Leheb” diyordu.  Bu da düzeni ayakta tutanları telaşa düşürdü, şok etti.

Zira bu, Mekke’ye egemen Kâbe çetesine karşı bir meydan okumaktı.

İşte Kuran, bu sürecin her aşamasının ilmik ilmik dokunmasının adıdır. O, “İvecen Gayyime” dir. (Yani Fildişi kulelerinde oturularak yazılmış ve okunmuş değil, hayatın içinden gelen ve hayatın içine seslenen bir kitaptır.

Onun için Kur’an’ı duyarak, anlayarak ve gereklerini yerine getirerek okumak gerekir.

Çünkü bu şekilde bir okuma yapılırsa, kölelerin boynuna takılan zincirlerin seslerini, diri diri gömülen kız çocuklarının feryatlarını, taş altına yatırılan Bilal’in iniltisini, Ali’nin kılıç şakırtılarını, Ebuzer’in Kâbe’yi inleten itiraz seslerini duyarsınız.

Eğer bunları duymuyorsanız; Kuran okumuyorsunuz demektir.

Dört elle sarıldığımızı zannettiğiniz Kur’an bize ve insanlığa acaba ne demek istiyor? Bundan yeterince haberdar olmadığımız anlaşılıyor.

Fakat “Teberrüken” de olsa  “Bu Kur’an bana ne diyor” diye düşünmek gerekmez mi?

Din, Kur’an ve Peygamber her hangi bir zihniyetin tekelinde tutulamayacak kadar büyüktür. Onlara kutsiyet yüklemek de doğru değildir.

Yaşayan Kuran, tüm sosyal sorunları çözmede insanlara yol gösterir. Ancak bu yol göstermek, sadece nazmı celilin yaprağına bakmak, sevap kazanmak maksadıyla yüze göze sürmek,  bir ölünün toprağına üflemek şeklinde olmamalıdır.

İslam Dini’nin en temel kaynağı Kur’an’ı Kerim, diğer en temel referans kaynağı Hz. Peygamberdir.

Bu kaynaklara ulaşan insanoğlu, sorunlarını ve evrensel ilişkilerini adalet, eşitlik, sevgi ve merhamet içinde çözebilir.

Bu sebeple, Kur’an’ın her devirde anlaşılması ve her devirde yorumlanması gerekir…

Mahmut AKYOL

Yer işareti koy permalink.

Yoruma kapalı.