BEN NEYİM, NİÇİN BURADAYIM?

logo5

BEN NEYİM, NİÇİN BURADAYIM?  

Yine ortalık toz, duman…

Ülke kan kaybetmeye devam ediyor.

Bazıları ihanetlerini sürdürüyor.

İnsanlara bilgiden ziyade bilinç kazandırmak lazımdır.

İnsanlar bilgiyi yalan, yanlış bir şekilde temin edebilir. Bilgi elde etmek fantaziliktir. Bilinç, sorumluluk üstlenmektir.

Yine bildiğim şeyler üzerinden hareketle, sizlere bilinç kazandıracak bir konuyu anlatacağım.

Çünkü temeli kerpiçle yapılan binanın ömrü kısa olur…

Gülün hayata dönmesi gibi, yere düşen bir umudun nasıl ayağa kalkacağını göreceksiniz…

Başarıya insan öz güvenle, korkulardan arınmakla, azimle, çalışmakla, sabırla ve alçak gönüllü olmakla kavuşur.

Peki, insan niçin alçak gönüllü olamaz?

Acaba insan aptal, tembel, umursamaz, mesuliyetten kaçtığı için mi?

Acaba insan, varoluşunu önemsemediği ve kavrayamadığı için mi?

Yoksa insan, çıkarlarını her şeyin üstünde tuttuğu ve hırsına yenik düştüğü için mi? İnsanın alçak gönüllü olmamasının altında bilgisizlik, tembellik ve inançsızlık yatar.

Bunun için de insan başarısızlığını örtmek için sürekli şekilde bahaneler üretir. Bunun için isteklerinizi yüksek tutun…

İnsan yaşama iyi ve olumlu yönden bakmalı ki, işler yoluna girsin. Ne olmak istenirseniz olun, sözü her zaman doğru yapın.

Burada yetenek özellik çok önemlidir. Mesela boydan kısa, şişman ve çirkinden bir manken olmaz.

Hayat, sorunlarla doludur. Her şeyin daha fazlasını kavramış, sorunları tespit etmeniz ve çareler üretmeniz gerekir.

Yapılamayan işlere kılıf giydirmeye, sızlanmaya ve  başkalarını suçlamaya gerek yoktur.

Bu davranış biçimi, sorunları çözmez, insanı sorumluluktan kurtarmaz. Enerji kaynaklarınıza engel olan faktörleri yok edin…

İnsan enerjisinin önündeki en önemli engeller korku, öfke, suçluluk, onaylanma, boyun eğme ve sahip olma kavramlarıdır.

  1. Korku:

 Yaşamını korkularla yönetenler, çok fırsatlar kaybederler. Korku, kişinin risk almasına engeldir. Korku, duvarları bizzat insanın kendisi tarafından örülmüş bir hapishanedir.

  1. Öfke:

Başkalarının hareketlerinden acı duyulabilir. Önemli olan şey, bu acıyı doğuran hareketleri zihinde evirip çevirerek canlı tutmamaktır.

Canlı tutmak, öfkeyi besler.

Büyüyen öfke, kişide kalmaz ve patlar.

Patlayan öfke, etrafa dağılır ve sorunlar ardı ardına gelir.

Bunu önlemenin yolu, bağışlamaktır. Bağışlayan insan rahatlamış insandır.

  1. Suçluluk:

Suçluluk duygusu içinde olanlar, zamanlarını hep pişmanlık ve üzüntüyle geçirirler.

  1. Onaylanmak:

Her insan sürekli olarak başkaları tarafından onaylanmak ister. Çoğu kere yaşamlarını bunun için harcarlar. Bir başkasının kendisi hakkında ne düşündüğü çok önemlidir.

  1. Boyun eğmek:

Bazı insanların yaşamına yön vermek herkesin hoşuna gitmez. Herkesin her işine koşma alışkanlığıdır. Bu insanlar, kimseye “hayır” diyemezler. Aslında bu tutum, kişiyi dağıtır, başka bir şeye yoğunlaşmasına mani olur.

Herkesin her işine koşmanın esiri olmak yaşama fazladan baskı ve stres katar. Bu yaşamın bir gereğidir. Bencillik, yaşamı öldürür.

  1. Sahip olmak:

Bazı insanlar için yaşamın en önemli gerçeği, olabildiğince maddi varlığa sahip olmaktır.

Ne kadar çok mal-mülk sahibi olursa, o kadar çok mutlu olacağını zanneder.

Statülerinin kendilerine daha güvenli bir yaşam sağlayacağına inanır.

Kendilerine biçtikleri değer; unvanlarına, oturdukları eve, kullandıkları arabaya bağlıdır.

Elindekilerle yetinmez, sürekli olarak daha fazlasının peşinde koşarlar. Bunlar, insan enerjisini engeller. İnsanı yorgun bırakır. O zaman değerlerinizi amaç edinin…

İnsan amacının ne olduğunu bilirse, yaşam da o derece  anlam kazanır.

Amacın büyüklüğü, moral ve isteklerinizle doğru orantılıdır. Eğer bir amacınız yoksa yaşamak, insanı boşlukta bırakır.

Nereye gideceğini bilmeyen insan, yaşamı yanlış yerlerde arar. Bu da onu daima, kızgın ve kırgın yapar.

Kendine “Ben neyim, niçin buradayım?” diye sormayan insan, bir amaç için çalışır. Hayatta herkesin gerçekleştirmek istediği hedefleri  vardır.

Eğer tüm çabanız yalnızca yeni bir araba içi pahalı eşyalarla döşeli şık bir ev ise; yaşam hiçbir zaman insanı mutlu etmeyecektir.

Mahmut AKYOL

 

KARUN, FİRAVUN VE HAMAN

logo5

KARUN, FİRAVUN VE HAMAN

Diyanet İşleri Başkanı; “Terörü önlemenin yolu, gönüllerdeki çukurları kapatmaktan geçer” diyor.

Elhak doğrudur.

Ama hangi İslam, gönül çukurlarını kapatır?

Temel mesele burası…

Müslümanların başına gelen felaketlerin sebebi, “Sorgulanmamış eski İslam Kültürü” dür.

Müslümanların felaketi, “Muhafazakâr” İslam anlayışıdır. Emevi dönemiyle başlayan, Abbasi, Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemiyle devam eden; “Muhafazakâr” İslam anlayışıdır.

Bu anlayış, İslam zırhına bürünmüş Hint’in Tasavvufu, İran’ın Mitolojisi, Şamanın ruh anlayışı ve Arap Kültür ve Irkçılığıdır.

Hâlbuki Allah, yeryüzünde insanları terbiye etmek için din gönderilmiştir. Şimdi insanlar, İslam’ı terbiye etmeye çalışıyor.

Ne acı bir durum…

Herkes “Cahiliye Dönemi olan”; Lat, Uzza, Menat etrafında dönmüş duruyor…

Bu kavramlar Karun, Firavun ve Haman anlaşılmadıkça; din eksik anlaşılacak ve Allah’ın Dininin yeryüzüne niçin geldiği bilinmeyecektir.

Lât”, yeryüzünde beşeri otoriteyi, “Uzza” güç ve kuvveti, “Menat” ise, Parayı temsil etmek için kullanılmıştır.

Bütün bunlara gem vurmadığınız takdirde, beşerin gönül çukurları kapatılmayacak, tahakkümü altında kalan masum ve mazlum insanların feryatları dinmeyecektir.

Yeryüzünü “Barış Yurduna çevirmek için yaratılan İnsanoğlunu birbirine düşman eden “Lat, Uzza ve Menat”, zirve dönemini yaşayacaktır.

İnanıyorum ki, her kemalin bir zevali olduğu gibi, bu tiranlıklarında bir sonu olacaktır.

İnsan egosuna “gem” vuracak olan Allah’ın dini ve kitabıyla, bu azgın ve sapkın güçler, terbiye olmak için direnseler de, kendi elleriyle kendi sonlarını  hazırlayacaktır.

Müslümanların gafleti, Allah’ın gönderdiği dini ve Kitabı şeklen görmüş olmalarıdır.

Aslında din ve kitap ruhundan, tarih, tabiat ve hayattan koparılmıştır.

İslam sadece ezberden ibaret kalmış, muska yapılarak boyunlara asılmış, bir ölü olduğunda hatırlanacak hal almıştır.

Metin olarak tahrif olmamış, yaşayan bir din, yaşayan bir Kur’an ve yaşayan bir Sünnette kalmamıştır.

İslam Dünyasının hazin durumu zaten bunu ispatlamaktır.

Bir misal vermek gerekirse:

Muhafazakâr Müslümanlar peygamberin aramızda dolaşıp duran, bedenen yaşadığını, O’na salatü selam gerektiği, hatta bazı ayrıcalıklı kulların onunla konuştuğu söylenmektedir.

Sormak gerekir; ölülerin ruhlarıyla konuşmak büyük bir iftira değil midir?

Müslümanların “Mülk, Mucize, Mevzu” konularında ki yanlış anlamalardan kurtarılması gerekir.

Değilse, bu sapkınlıklara bir son vermek mümkün olmayacak ve vicdanlar rahat bir nefes almayacak.

Unutulmasın ki, insan arzularını tatmin maksadıyla oluşturulacak her haksızlık, insana kötülük getirecektir.

Otorite, (Devlet, saltanat, taht, egemenlik, ulus)… Güç, (silah, petrol, toprak, nüfuz)… Para, (sermaye, banka, altın, gümüş, dolar) için yeryüzünde fesat çıkarılarak kan ve gözyaşı dökülmeye devam edecektir.

Yaşadığımız çağa dikkat edin…

Otoriteden emperyalizm, güç, faşizm, para hırsından kapitalizm doğmuyor mu?

Yine dikkat edin…

Memleketin başına gelen en büyük felaket, muhafazakârlıktan, sorgulanmamış eski İslam Kültüründen, yalan, iftira, aldatma, çarpıtma ve İslam ahlakında yeri olmayan bilumum fasit işlerden ileri gelmiyor mu?

Herkes düşünsün…

Hayatımızın neresinde bir sıkıntı varsa, orada bir İslamsızlık göze çarpmıyor mu?

Artık İslam’ın daha çok siyasi, sosyal ve iktisadi bakımdan sorunları yenilenmelidir.

Bu bakımdan her aklıselim, ortak bir akılda birleşmeli, İçtihat kapısı yeniden açmalıdır.

Din, sürekli söylenen fakat gereği yapılmayan şey değildir. Din geleneğe/folklora dönüştürülmemelidir. Değilse din hayattan çekilir/gider.

Peki, din hayata nasıl döner?

İçinde bulunduğumuz yok oluşa doğru giden yıkılış, nasıl durur?

Kur’an; tarih, hayat ve tabiat bağlamında yeniden okunmalıdır. Dini düşünce hurafelerden temizlenmelidir.

Şimdi, sorgulanmamış eski İslam Kültürü sorgulanmalı ve yeniden inşa edilmelidir. Deforme olmuş zihinlerdeki İslam algısı yenilenmelidir.

 Mahmut AKYOL

 

 

HER ÇAĞIN KİTABI YENİDEN YAZILIR

logo5

HER ÇAĞIN KİTABI YENİDEN YAZILIR

Yüzü aşkın nitelikli arkadaşım son yazıma yorum yaptı.

Yorumlar bir kitap kapsamında olacak boyutta.

Herkesten bir katkı bulunuyor.

Dünya hayatı, evrilerek devam ediyor. Mevsimler tazeleniyor.

Sosyal olaylar yenileniyor.

Geçmiş zaman, geleceğe ışık tutar.

Bir milletin siyasi, sosyal, askeri ve ekonomik gelişmelerini, diğer milletler kıskanıyor.

Bu sebeple olacak ki herkes, bir başkasının ayağını kaydırıp duruyor.

Yanlış yanlışı doğuruyor…

Şimdi bakın!

Dün açlar, işsizler, yoksullar, muhtaçlar, köleler, borçlular, çaresizler, öksüzler, fuhuş mağdurları vardı, bugün de var…

Dün terör, isyan, eşkıya, zulüm altında inleyen, “bir kurtarıcı yok mu” diyenler vardı, bugün de var…

Dün ile bugün arasında ki tek fark, sadece zaman, insan ve insan elindeki vasıtalardır.

Haksızda değillerdir.

Çünkü insanlar, yapıları gereği içinde bulundukları şartlara göre düşünür ve karar verir.

Biz meseleye ilim, tarih ve sosyoloji açısından bakmaya devam edelim.

Âşık Veysel’in; “Benim sadık yârim kara topraktır” sözü, bir hayatı özetler mahiyette…

O sadık yar size koyun verir, kuzu verir, süt verir, ekmek/et verir, lakin kazma ile kazıdıkça kıt verir.

Hakkın gizli hazinelerinin toprakta olduğunu anlatır. İnsanlığın kahir ekseriyeti bu hakikatten uzak olduğu için, çalmaya ve sömürmeye dün olduğu gibi bugünde devam ediyor.

Şu ayetlere bakar mısınız?

“Dedikodu yaparak, insanlarla alay edenlerin vay haline!  O, malı toplar ve onu sayıp durur. Malının gerçekten kendisini ebedi kılacağını sanır. Hayır, yemin olsun ki o Hutame’ye atılacaktır.” (el-Hümeze, 1-4)

Ya şu hadise:

“İnsanın iki vadi dolusu altını olsa mutlaka bir üçüncüsünü ister. Onun gözünü ancak toprak doyurur.”

Hz. Ali:

Hakikat basittir ve tektir, lakin onu içinden çıkılmaz kılan insanın dünyaya olan hırsıdır”

Bu ayetlere bu hadise ve bu kelamı kibar söze bakıldığında, insanın ne denli önü alınmaz bir ihtiras içinde olduğunu görürsünüz.

Bütün Peygamberler, filozof ve düşünürler bu döngü içinde meydana gelen sorunlar için insana teklifler  sunmuşlardır.

Tarih boyu insanın kendisiyle, insanın insanla olan sorunları iki elin parmaklarını geçmeyecek kadar az ve sınırlıdır.

Bunları; Allah’a ortak koşma/itaat et, Öldürme, Çalma, Yalan söyleme, Zina etme, Ana/babaya asi olma, Yalan yere şahitlik yapma, İftira atma, Haram yeme gibi ilkeleri sayabiliriz.

İşte bu saymaya çalıştığımız şeyler dünde vardı, bugün de var.

Fakat insan kendi içinde ve dışındakilere karşı acımasız, zalim ve cahil olduğu için unutmaz.

Her kitap, kendi çağında yazılır.

Yani “İslam’ı dini düşünceyi” yeniden inşacı bir anlayışla ele almalıyız.

Birbirinin içinden çıkan, birbirini tamamlayan mal, para, sermaye, emek gibi değerleri istismara mahal bırakmadan devlet/millet olarak ihtiyaç sahiplerine pay edebilmeliyiz.

Sürekli olarak tutulan balığı yerde, bir türlü balık tutmayı öğrenmezsek, hep donup kalmaya mahkûm oluruz.

Hâlbuki tarih hiçbir zaman donmaz, su gibi akar, önüne kattığı ne varsa siler geçer.

Tarihin seyrini değiştirmek, iş ve değer üretmekle mümkündür.

Amel, bütün iktisadi faaliyetin temelidir. Emek, amel/iş  ile elde edilen şeydir, insanın ve insanlığın meşru zenginlik kaynağıdır.

Değerler zora, baskıya ve korkuya dayanılarak elde edilmemelidir.

Değilse insan, tembel ve bezgin olur. Baskıcı yönetimler insanları köreltir, yaratıcılıklarını öldürür, insanı kay pak ve hilekâr, ürkek, riyakâr yapar.

Ne yazık ki, yeryüzündeki Müslümanları ve bugün insanlığı akıl değil bu korkular yönetiyor…

Dünyayı açlık, yaşam ve ölüm korkuları yönetiyor…

Tarih boyunca her tür sömürücü, baskıcı, despot/diktatör ve nihilist sistemler, bu korkulardan dün olduğu gibi, bugün de beslenmektedirler.

Zaman, zaman insanlık bu sömürü, baskıcı, diktatör ve nihilist sistemlerin korkulardan sıyrılmasını bilmiştir.

Çağımızda, bu korkuların üstesinden gelebilmek mümkündür.

Ta ki, Müslümanlara ve insanlığa Hz. Peygamber tarafından gösterilen yola dönülebilinsin. Fakat bu yol/sünnet, bugün raflarda tozlanmaya terk edilmiştir.

Yeter ki Müslümanlar Kur’an’da ki İslam’ın kaynağını, Kitap ve Hikmete (Kur’an ve Sünnet) yüz çevirmesin!

Bunun içinde Müslümanlar önce kendilerini sorgulamalıdırlar.

Yeter ki İslam’ının üzerine düşen kara bulutlar,  Müslümanlarca kaldırılabilsin!

İslam’ın evrensel mesajını göz ardı etmesinler!

Mahmut AKYOL

 

 

 

YAZIKLAR OLSUN!

logo5

YAZIKLAR OLSUN!

“Sevgi ve Merhameti sonsuz Allah’ın adıyla,”

  1. Hayır! Ne zaman ki can boğaza dayanır,
  2. “Doktor yok mu?” diye bağrışılır,
  3. Ayrılık vaktinin geldiği anlaşılır,
  4. El ayak birbirine dolanır,
  5. İşte o zaman kişi Rabbine gittiğini anlar.
  6. Gel gör ki ne söze inandı, ne yöneldi,
  7. Bilakis yalan dedi, sırt çevirdi,
  8. Hep kibirlendi; tarafı, etrafı kendine yeter sandı,
  9. Yazıklar olsun böylesine,
  10. Yazıklar olsun!
  11. İnsan başıboş bırakılacağını mı sanıyor?
  12. O akıtılan bir meni damlası değil miydi?
  13. Sonra bir pıhtı oldu, Allah yarattı, şekil verdi.
  14. Ve ondan erkek ve dişi iki eş var etti.
  15. Öyleyse düşünün! Bunu yapan ölüleri diriltemez mi?

(Kıyamet Suresi 26-40 ayetler)

Rivayete göre bir gün Hz. Peygamber Ebu Cehil’in yakasından tuttu, “Yazıklar olsun sana, yazıklar olsun!” diyerek ona, ölümü ve kıyameti hatırlattı.

Bunun üzerine Ebu Cehil, Hz. Peygamber’in elini silkip atarak, “Bırak şu yakamı, sen kiminle konuştuğunu sanıyorsun. Sen de, Rabbinde bana bir şey yapamazsınız” diyerek kibirli, kibirli adamlarının yanına gitti.

Bunun üzerine Hz. Peygamber’in, Ebu Cehil’e söylediği “Yazıklar olsun sana, yazıklar olsun!” sözü ayet olarak nazil oldu.

Bundan da anlıyoruz ki, Müslümanın elinde muhatabına karşı kullaracağı en kuvvetli silah, “ölüm ve kıyamet” kavramlarıdır.

Bilindiği gibi Ebu Cehil, şirki temsil ediyordu. Ebu Cehil, kıyamete kadar temsili yaşayacaktır.

Şimdilerde Ebu Cehil, kıtalar arası dolaşmaktadır. Bu, “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” demektir.

Görüldüğü gibi surenin son cümlesiyle:

Bunu yapan ölüleri diriltemez mi?” diye soruyordu.

Bu soru, ölü toprağı serpilmiş toplumların yeniden dirilebileceğine bir işaret olduğu gibi, mezarlarda yatan ölülerin dirilişidir.

Bu diriliş önce, insanların adil olmaları ve birbirleriyle eşit olmayı kabul etmeleriyle başlayan bir süreçtir.

Aksi halde fert ve toplumlar diriltilemezdi.

İnsana ölüm, afet ve kıyamet ansızın gelir.

Bundan dolayıdır ki,  her zaman bunlara hazırlıklı olmak gerekir.

Hazırlıklı olmayan fert ve toplumlar, kendilerine yazık etmiş olurlar.

Ölüm karşısında insanoğlu acizdir.

Ağzına kadar dökülecek kelimeler bir anda donar. Ne ileri ve ne de geri gider, orada kala kalır.

Hz. Peygamberin davranışına benzer davranışlar sergilemeye çalışırım.

Ey! Allah’ın rahmetine tevdi etmek üzere olduğumuz Mevt, İnşe Allah bizlerde senin peşinden geleceğiz! Ölümü bizden önce tattın ve aramızdan ayrılıp gittin. Rabbim sana da, bize de Merhamet etsin!”

O esnada ölümün çarpıcı ve sarsıcı acısını yüreklerimizde yaşarız.

Sonra Tv başına oturur, ölüm sahneleri seyrederiz.

Sonra da bir ölümüz olur, başında “Yasin” okur, “zikir” çekeriz.

Acaba; “Zenginlik bana yeterli” diyenleri hiç gördünüz mü?

Ne kadar da aciz kalıyorlar!

Uğruna ölüp durdukları mallarıyla tek bir nefes, bir tas su satın alabiliyorlar mı?

Mezarlar deşilip göğüsler açıldığında, “ah ben ne yapmışım, Rabbime karşı ne kadar da nankörlük etmişim” diye hayıflanmak artık boşuna…

Şimdi ben ne yapacağım” diye dövünmek artık nafile…

Görüyor musunuz hiç bir fani  gittiği yerden ne geri dönüyor ve ne de bir haber veriyor.

O halde gelin; o soğuk ve karanlık çukura girmezden önce, insanın elleri ve ayakları birbirine dolaşmadan önce, yoksulla ve yetimle lokmamızı paylaşalım.

Ebu Cehil, Ebu Lehep gibi tepeden bakmayalım. Adil olalım. Eşit yaratıldığımızı unutmayalım.  

Varsın işlerimiz yarım kalsın ama bunları yapalım. Dünya mülkü gözümüzü kör etmesin. Çıkar ve menfaatimiz bizlere haksızlık yaptırtmasın. Hırs, aklımızı başımızdan almasın, bizi birbirimize düşman yapmasın!

Bizde bu insani ve İslami davranışları içselleştirelim.

Mahmut AKYOL

 

KADINI DÖVMENİN DİNDE, YERİ YOKTUR!

logo5

KADINI DÖVMENİN DİNDE, YERİ YOKTUR!

Geleneksel İslam anlayışında yanlış anlaşılan ve uygulanan bir olaydan söz etmek isterim.

Bu, kadınların dövülmesi olayıdır.

Nisa 34-35 ayetlerini birlikte okuyalım:

Şiddetli geçimsizlik yaşadığınız eşlerinizle önce oturup konuşun, olmazsa yataklarında yalnız bırakın, yine olmazsa bir müddet ayrılın. Barışıp anlaşırsa, hala işi yokuşa sürüp bahaneler aramayın. Yücelik ve büyüklük Allah’a mahsustur; bundan hiç şüpheniz olmasın.
Eğer eşlerin arasının iyice açılıp işin boşanmaya doğru gittiğini görürseniz tarafların ailelerinden birer hakem çağırın. Niyetleri gerçekten barışmaksa Allah niyetlerini boşa çıkarmaz. Allah her şeyi biliyor, her şeyi duyuyor; bundan hiç şüpheniz olmasın…”

Ayetlerin ne dediğine dikkatlice bakılırsa, konu beş aşamada ele alınıyor:

  1. Konuşun, anlaşın…
  2. Olmazsa (ev içinde) yatakları/odaları ayırın…
  3. O da olmazsa bir müddet (evleri) ayırın…
  4. O da olmazsa hakemler çağırın…
  5. O da olmazsa boşanın, onu da iki ile sınırlandırın, üçüncü bir geri dönme hakkınız da vardır…

Bugün şiddetli geçimsizlik yaşayan bir ailenin arasını bulmak için devreye girecek olan bir akl-ı selim sahibi, bundan daha güzel bir yol bulamaz.

Eğer dinden, “kadınlar dövülür” diye bir fetva çıkarılacak olursa bu pekâlâ “öldürün” şekline dönüşebilir ve kadınların ölüleri sokaklardan toplanır…

Ayette geçen (ve’dribuhunne) ibaresi “Onları dövün, vurun” yerine “Onlardan bir müddet ayrılın” olarak tercüme edilirse, kelime bu anlamda Kur’an’a daha uygun düşer.

Keza (darbe) kelimesinin Kuran’da tek vurmak diye bir anlama gelmez, “sefere çıkmak, bir yerden bir süreliğine ayrılmak, açmak, ayırmak” gibi anlamlara da gelir. (Nisa; 101) ve (Taha; 77) olduğu gibi.

Hz. Peygamber’in ailesinin etrafında geçinme sıkıntısı yaşayan 70 civarında kadından bahseden (İbni Mac’e, Ebu Davut) hadisi meşhurdur.

Buradan da anlaşıldığı gibi, o dönemde de kadınlar dövülmektedir. Artan şikâyetler üzerine inen ayetlerde, dayak başta olmak üzere, kadına karşı şiddetin bütün yolları kesilmek istenir.

Yani kadınlarını döven erkekleri şikâyet etmek üzere peygamberin kapısına gelen “mağdur” kadınlar için hiçte, “Onları dövün, dövmeye devam edin” diyen bir ayet gelir mi? Bu olacak şey midir? Bunun Kur’an’ın ruhu ile bağdaşır bir tarafı yoktur. Kaldı ki Kur’an daima mağdurun, ezilenin yanında olmuştur.

Bu ayetten sonra ne gibi gelişmelerin olduğunu bizzat Hz. Peygamber’in hayatına bakarak anlayabiliriz.

O, ömrü boyunca kadına el kaldırmamıştır. Bir ara hanımlarıyla sorun yaşayınca önce onlarla konuşmuş, sonra yatağını ayırmış ve bir müddet (iki ay kadar) onlardan ayrılmıştır. Sonra anlaşma sağlanınca tekrar dönmüştür.

Kurtubi’nin, Şafi’inin, Razi’nin ortaya koydukları görüşler, Nisa 35 ayetindeki (ve’dribuhunne)nin doğrudan anlaşılmamasının bir sonucu olsa gerek…

Şimdi ister istemez mantık insana şu soruyu sorduruyor:

Bir adam sinirli bir halde olsa, Kurtubi’nin, Şafii’nin, Razi’nin dediklerine nasıl uyabilir?

Eğer böyle olacaksa dövmenin caydırıcılığı kalır mı?

Böyle yapmak yerine, kelimenin içeriğinde zaten var olan “bir müddet ayrılma, ayrı kalma” daha doğru olacaktır.

Üstelik dövmenin hiç de hayırlı bir tarafı yoktur. Bu konuda başka görüşler, Hz. Peygamberin yaşantısı ortada iken, böyle hassas konuyu, “Taliban/Işıd/selefi” düşüncenin eline terk etmek, acaba kimin ekmeğine yağ sürmüştür?

Şu halde tıpkı içki, zina ayetlerinin aşama, aşama ve belirlenmiş bir hedefe doğru gitmesi gibi, evlenme de; aşama, aşama dövmeden vazgeçirip gayet medenice ilişkilerini düzenlemeleri öğütleniyor. Aşırı şiddet, geçimsizlik, “kadınlarını dövme” tedricen bu ayetle toprağa gömülmeye çalışılıyor.

Şiddetli geçimsizlik yaşayan aileler için ifade edilen yukarıdaki “beş aşamalı çözüm plânı” sadece Müslüman aileler için değil, bütün insanlık için evrensel çözümler önerdiğini söyleyebiliriz.

Kadına şiddetin alabildiğine arttığı bugünlerde bir kez daha hatırlamakta fayda var, kadını dövmenin dinde yeri yoktur.

Günümüzdeki kadın cinayetlerinin çoğu İslamsızlıktan ortaya çıkmaktadır.

Mahmut AKYOL