KABİRDE AZAP VAR MI?

logo5

KABİRDE AZAP VAR MI?

Kabirde azap yoktur.

Kabirde azap vardır hususu bazı kimselerce; En’am suresi 93, Enfal suresi 50 ve Mü’min suresi 46 ayetini delil olarak göstermişlerdir.

Kaldı ki En’am suresinin 93 ayetinde kabir azabı değil, kendisine Allah’tan vahy geldiğini söyler. İnsanları aldatan zalimlerin ölüm anlarını anlatır. Enfal suresinin 50. ayetinde durum aynı, yani inkâr edenlerin ölüm anındaki durumlarını açıklar.

Her iki ayette de kabirden bahsetmez ki, bunun adı kabir azabı olsun. Ayrıca bu ölüm anında mahiyetini tam olarak bilemediğimiz bir azabı anlatır.

Mü’min suresi 46. ayetinin kabir azabıyla uzaktan yakından alakası yoktur.

Kabir azabının varlığını ispatlamaya çalışan  Ramazan El Butinin İslam akaidini delil olarak göstermiştir.

Çok ayrıntıya girmeye gerek yok, bu azap kabirde değil, kıyamet gününde olacak olan bir azaptır. Ama ölüm halindeki azap kıyametten önceki bir azaptır.

Çünkü  başta:

Onlara dünya hayatında azap vardır. Ahiret azabı ise elbette daha çetindir. Onları Allah’tan koruyacak’ da yoktur.”

Ra’d suresinin 34. Ayet

O kâfirleri dünya ve ahirette şiddetli bir azaba çarptıracağım, onların hiçbir yardımcıları da olmayacak.

Al’i İmran suresi 56. Ayet

Yukarıdaki iki ayet dünyada ve ahirette azap diye yorumlansa da, Kabir azabı var diye yorumlanamaz.

***

“Ölüler cansız ve şuursuzdurlar, yani kabirde acı çekmek ve nimetlerle  mükâfatlanmak yoktur.”  

Nahl suresi 21. Ayet

“İlk ölümden başka bir ölüm tadılmayacaktır, yani kabirde dirilmek yoktur.” 

Duhan suresi  56. Ayet

“Diriltilirken dünyada kaldığınız zamanın çok az olduğunu sanırsınız, yani öldükten sonra hatırlanılan kabir hayatı değil, dünyadaki hayattır. 

İsra suresi   52. Ayet

“Ahirette rabbimiz bize yaptıklarımızı haber verecektir. Yani kabirde haber verilmesi yoktur.“  

En’am suresi  60. Ayet

“Kabirden kalkıldığında büyük bir şaşkınlık olacak, yani kabirde daha önceden bilgilendirilme olsaydı şaşkınlık olmazdı. 

Yasin suresi 52. Ayet

“Kıyamet günü kişi ne yaptığını ve yapmadığını görecektir. yani bunu hiçbir zaman kabirde göremeyecektir. 

İnfitar suresi 4 ve 5. Ayetleri

“Kıyamet saati geldiğinde ölüler dirilecek, yani daha önce kabirde dirilmek ve azap çekmek yoktur. 

Hacc suresi  6  ve  7. Ayetleri

“İslamı din olarak benimsemeyenler ve imtihanı kaybedenler, ahirette imtihanı kaybetmiş olacaklardır, yani kabirde değil” 

Al’i İmran suresi 85. Ayet

***

Şimdi de Kabir azabına delil olarak gösterilen hadislere bakalım. Çünkü bu hadislerin tamamı uydurmadır.

Çünkü büyük günahlardan azap görmeyen ancak “koğuculuk” yapan ve “bevlinden” sakınmayan bir kişi kabir azabı görüyormuş!

Buda O’nun Kur’an ayetlerinden habersiz olduğunu gösterir. Çünkü Allah’ın yasaklamış olduğu bu gayri ahlaki tutuma biz büyük günah değil diyemeyiz.

Yine Allah’ın hakkında hiçbir nass indirmediği bevlinden sakınmama konusunda da azabın olamayacağını İslam dinini özümseyen herkes bilir.

Bu hadislerin en meşhurlarından birinde de Ölen kişinin sabah akşam kıyamet günündeki yerinin gösterileceğinden bahsedilmiştir.

Şuna bakın! Hadisi uyduran Kur’an’ı anlamaktan ne kadar uzak…

Çünkü kişiye hesap sorulmasının ve imtihanın sonucu olan ceza ve mükâfatın kabir hayatında değil de, ahiret hayatında verileceğini açıklayan onlarca ayetten habersiz bir şekilde ve o ayetleri hiçe sayarak bu yalanı uydurmuşlardır.

Yıllarca bu bilgileri okuyanda peygamberimizin sözü sanarak bu uydurmalara inanmışlardır.

Bazen Kur’an ve aklı kullanarak bu uydurmaları reddedenlerde çıkmış ama onlarda bidatçi, sapık, ehli dalalet…

İtham ve iftiralara maruz bırakılarak susturulmaya çalışılmıştır.

Aslında Kur’an’da ki ahiret hallerini az çok bilen hiç kimse kabir hayatına ve o hayatın azap ve nimetlerle geçirileceğine inanmaz.

Çünkü mahşerde toplanılması, amel defterlerinin getirilmesi, mizanın kurulması ve peygamberlerin şahitlik ederek dilediğini Allah’ın affetmesi ve insanların cennete ve cehenneme gitmesi…

Hepsi o gün yani kıyamet günü olacaktır. Onlar olmadan bir kişinin azaba çarptırılması mümkün değildir…

Son olarak, Allah’ın kitabındaki diğer ayetlerden de kabir azabının olamayacağı anlaşılmıştır…

Mahmut AKYOL

BEYDEBA’NIN “Kelile ve Dimne“ ESERİNDEN BİR ALINTI

logo5

BEYDEBA’NIN Kelile ve Dimne” ESERİNDEN BİR ALINTI

Hintli Filozof Beydeba, “Kelile ve Dimne” eserinde insanlara ders niteliğindeki konuları hayvanların diliyle anlatır.

Bir zamanlar Çin ülkesinde Hümayun Fal adlı bir padişah ve ona bağlı, Haceset Ray adlı bilgin, yönetimde usta, idarede adil bir veziri varmış.

Haceset Ray’ın görüşlerine çok önem verdikçe halk zengin ve refah içinde yaşarmış.

Günlerden bir gün Hümayun Fal ava çıkmak istemiş ve yanına veziri Haceset Ray’ı almış.

Hava Çöl sıcağı gibi sıcakmış.

Haceset Ray:

“Bu sıcağa dayanılmaz Padişahım, güneş batıncaya dek bir gölgede dinlensek demiş.”

Padişah da sıcaktan bunalmış, vezirin  teklifini kabul etmiş. Kalın gövdeli bir ağacın altında dinlenmeye koyulmuşlar.

Kalın gövdeli  ağacın kovuğunda bir arı yuvası görmüşler. Binlerce arı üşüşüp duruyormuş.

Vezir, Padişah’a demiş ki:

“Bu hayvanlar, toplu halde yaşarlar padişahım. Yasub adında bir beyleri vardır. Bütün arılar ona bağlıdır. Hiç biri Yasub’un sözünden çıkmaz. Yasub, arıların beyidir. Diğerlerine göre daha büyüktür. Yönetiminde ona yardım eden pek çok arı daha vardır. Yasub, Padişah gibidir. Çevresinde vezirleri, komutanları, yardımcıları bulunur, demiş.”

Padişah, vezirin anlattıklarını ilgiyle dinliyormuş.

“Arılar işlerini görürlerken ilginç bir yardımlaşma örneği sergilerler. Getirilen balı koyacakları altı köşeden oluşan düzgün gömeçler yaparlar. Bu altıgen evcikler balla doldurur ve kapatırlar. Bal, çok şifalıdır. Arılar, çiçekten çiçeğe konarak toplarlar bu özü.”

Padişah, dinliyor…

Vezir:

“İşin ilgi çeken bir yanı daha var Padişahım, demiş.”

“Arılar çok temiz yaratıklardır. Doğrusu, bu kadar çok gezen hayvancıklar üzerinde en küçük bir pislik taşımazlar. Şaşırtıcı değil mi? Zaten, ayağında ve kanadında bir pislikle dönseler, içeri alınmazlar.”

“Kovanın girişinde bekçi arılar bulunur. Sıkı bir temizlik kontrolü yaparlar. Ola ki, içeri üzerinde pislik olan bir arı yanlışlıkla girse, diğerlerine ibret olsun diye hemen öldürülür. Bu emri, bey arı verir.”

“İlginç olan, arıların hepsi silahlıdır. İğnelerini birbirlerine karşı değil, kovanın güvenliği için kullanırlar.”

Padişah Hümayun Fal, kovandaki bu düzeni iyiden iyiye merak eder ve incelemeye koyulur. Nasıl olur! Der…

Padişah, arılarda görülen bu düzen insanlarda niçin yok! Asıl insanlarda olması gerekmez mi? Temizlik, düzen, çalışkanlık, yardımlaşma insanlarda olması gerekmez mi?

Vezir:

“Bu hayvanların hepsi aynı özellikte yaratılmıştır, Padişahım.”

“Oysa insanların her biri farklı kişiliğe sahiptir. İnsanın bir melek yönü, bir de kötülük yanı vardır. İnsanlar hem iyiliğe, hem de kötülüğe eğilimlidir. İyiler her zaman daha azdır. Fakat bizler, yüce ruhlu insanlarla irtibatımızı kesmemeliyiz, Padişahım. Hele bir padişah asla, halkından uzak ve habersiz olmamalı demiş.”

Padişah:

“Peki, insanların “hırs” denilen duygusu ne olacak? Daha fazlasını elde etmek için zayıfı ezerler!?”

Vezir:

İnsanlar topraktan yaratılmış, topraktan gelen gıdalardan beslenmiş… Şeytan, ateşten yaratılmış…

İnsanın içindeki kötülükler, (hırs, öfke, şehvet) temsilen kullanılmış.

Allah, Âdeme ruhundan üflemişti.

Âdem ev yaptı, kan döküp fesat çıkarmaya karşı çıktı, eşya yapma yeteneğini kullandı,  kendini tutma (oruç) ve hukuk kuralları (şeriat) getirdi ve böylece uygar yaşamı başlattı.

Kur’an’da ki Âdem budur.

Her doğan çocuk bir Âdem’dir ve Âdem kıssası her doğan çocukla yeniden başlar

Evrim, Allah inancıyla çelişmez, bilakis evrim Allah’ın en büyük ayetlerinden birisi olarak da görülmüş.

Allah’ın varlığı veya yokluğu bilimin konusu değildir.

Vezir:

“Padişahım bunu önlemek için, adaletli bir yönetim gerekir, demiş.

“İçinde yaşadığımız dünyaya bakın. Her şey bir kurala bağlı…

Hiçbir şey başıboş değil. Yüce Yaratıcı evrenin işleyişini bazı yasalara bağlamış. İnsanın mutlu olması bunlara uymakla sağlanıyor, demiş. İlave etmiş:

“Tabi ki toplumu yöneten bizler bu düzeni sağlayabiliriz, Padişahım.”

Lakin:

– Öncelikle padişahın bilgili olmalı,

– Yetenekli insanları çevresine toplamalı,

– Onların düşüncelerinden yararlanmalı ve

– Çıkarcı kişileri yanından ve yönetimden uzaklaştırmalı… 

Tıpkı arılarda olduğu gibi…

Vezir:

Padişahım, saltanat güç demektir. Güç, çıkarcıların eline geçerse; olmamış şeyleri olmuş gibi gösterirler. Padişaha yalan söylerler.

İşin içine bir de yalan girdi mi, artık; düşmanla rekabet edilmez olur, toplumun düzeni bozulur, yıkım mukadder olur der vezir…”

Mahmut AKYOL

 

 

İSLAM DEVLETİNİN SOSYAL VE FELSEFİ BOYUTLARI VE BEŞ TEMEL KAVRAM

logo5

İSLAM DEVLETİNİN SOSYAL VE FELSEFİ BOYUTLARI VE BEŞ TEMEL KAVRAM

Şeriat yol demektir. Kelimenin anlamını bilmeyen “yobazlar”, İslam’ı yanlış anlamışlardır. İslam’a hakaret anlamında ”kahrolsun şeriat” demişlerdir…

Din yağmur, şeriat toprak gibidir. Yağmur, indiğinde toprağa göre şekil alır.

Hâlbuki İslam, Mekke’de Devrim yapmış, Medine’de Adalet Devleti kurmuştur.

Mekke’de ki devrimin ve Medine’de ki devletin amacı, “Adalete” dayalı bir dünya düzeni kurmaktı.

Amaç, tüm insanlığıDar-us Selamakavuşturmaktı…

Teori ve felsefe yönü itibariyle İslam’ın bir devleti vardır. Bu; Adalet Devletidir“.

Allah bazen varlığın diliyle konuşur.

Mesela insan bir şeyi attığında, “sen atmadın, atan bizdik” diyor Allah…

Yine açlık, darlık ve sıkıntı halleri insanların eliyle oluyor, “fakat Allah, darlığa biz düşürdük, sıkıntı ve belaları biz verdik” diyor…

İslam’da Devletin sosyal ve felsefi boyutları beş temel kavrama dayanır.

  • Adalet,
  • Emanet,
  • Ehliyet,
  • Meşveret ve
  • Maslahat

Bunları ete kemiğe büründürmek, dönemin şartlarına ve dönemin insanlarına bırakılmıştır…

Türkiye’de siyasi İslam’ın fikir babası Mehmet Akif’tir. Akif, aynı zamanda Cumhuriyetin kurucuları arasındadır.

İstiklal Marşı, “Türkiye Devletinin” manifestosudur. Fakat ne acıdır ki İslam’i zihniyet ve Akif anlaşılmamıştır.

Birçok Müslüman, bunun ne anlama geldiğinden hala bi haberdir. Müslüman kesimler hala “İslam Devleti” kavgası yapmaktadır. 

İslam’ın fikir ve siyasal yapı itibariyle Osmanlı Devleti gündeme gelmiştir. Bu fikrin en hararetli savunanların başında Mısırlı siyasi ve dini lider, Müslüman Kardeşler teşkilatının kurucusu Hasan el-Bennan’dır.

Kanaatime göre İslam, asli misyonundan kopmuş, bir yandan İslam buharlaştırılmış, diğer yandan da tabulaştırılmıştır. Hâlbuki İslam, su gibi akması, yaşadığı her yerle bütünleşmesi gerekir. 

Medine’de kurulan devletin ilk anayasal metninde Adalet kavramı vardır.

On Sekiz kabileyi bir araya getiren tutkal adalettir.

Eğer Medine’de bir devlet kurulmasaydı, içlerinde Yahudilerin de bulunduğu on sekiz kabile bir araya gelmez, anayasal bir metin ortaya çıkmazdı.

İslam’ın ilk doğuşundan itibaren 23 yıl boyunca, 62 savaş yapılmış, bunların 27’sine Hz. Peygamber bizzat katılmıştı, Diplomatik heyetler kabul edilmiş, zamanın büyük devletlerine elçiler gönderilmiş ve elçiler kabul edilmişti…  

Bu amaca uygun Kur’an’da onlarca ayet bulunmaktadır:

Rabbinin kelimesi söz ve adalet olarak kemale ermiştir.

En’am; 115

Yarattıklarımız içinde, hak yolu gösteren ve kendini adalete adamış bir millet daima bulunur.

Araf; 181

İlan et: Allah birdir (ehad). Bölünmez bir bütündür (samed). Doğmaz ve doğrulmaz. Hiçbir şey O’na denk olamaz!”

İhlâs; 1-4

Kur’an’ın bu sözleri, İslam’ın egemenliğini gerçekleştirmek, bir uygarlık tesis etmek ve insanlığı Adalet mülkün temelidir şiarına kavuşturmak içindi… 

Fakat karşı tarafa gelince:

Tanrı-devletlerin iddia ettiği gibi, Allah’ın yeryüzünde ki oğlu, hanedanının (temsilcisi, gölgesi) vardı. Burada Tanrı gücünü bir takım krallara, imparatorlara, hanedanlara taksim etmişti.

Hâlbuki İslam’da Allah, bölünmez bir bütündür. Birlik ve bütünlük sadece O’na mahsustur. Hiç bir şey O’na denk değildir. Yeryüzündeki hiç bir şey, Ondan bir parça değildir. 

Allah kimseyi soyuna bakarak asilleştirmiş değildir. Kimseyi oğul, kız, hanedan, seçilmiş soy vs. edinmiş değildir…

Allah, bizim gibi bir insanı peygamber seçmiş ve o da; bizlerin birbirimizle olan ilişkilerimizi “adalet” üzere yapmamız için yol göstermiştir. 

Görülen o ki, İslam’ın devlet talebi yokturdiyenlerin sloganının içi de boştur.

Bu sloganla iktidara gelenler ülkelerine koskoca bir hüsran ve hayal kırıklığı yaşatmışlardır.

Buna göre, Bin sene önce üretilmiş fıkıh kitaplarını devlet hukuku haline getirmek doğru  değildir. Çünkü hukuk dinamik bir süreçtir. Kendi çağında, kendi ikliminde, kendi ihtiyaçlarına göre sürekli yeniden üretilir.

Hukuk, sürekli içtihat ile yenilenmelidir. Yani adam gibi bir Adalet Devleti inşa edilmelidir.

Adalet Devleti bir sınıfın veya hanedanın değil, değerlerin esas alındığı devletin adıdır. 

Görülüyor ki İslam Devleti bizleri Akla, vicdana, adalete, doğruluğa, dürüstlüğe, haram yememeye, yetim hakkına el uzatmamaya, yolsuzluk yapmamaya, rüşvet yememeye çağırır.

Mahmut AKYOL

 

NEME LAZIM BE SULTANIM!

logo5

NEME LAZIM BE SULTANIM!

Her canlı doğar, yaşar ve ölür. Devletlerde böyledir.

Bu, evrenin yasaları hayatın ve ölümün kanunları demektir. Bu yasa ve kanunlar içinde kendi yolumuzu kendimiz belirleriz. İyiyi veya kötüyü kendimiz seçeriz.

Kur’an şöyle der:

Her insanın talih kuşunu (kaderini/geleceğini) kendi boynuna asmışızdır. Kıyamet günü önüne kendi sicilini bulacağı bir kitap çıkarırız. Oku kitabını; kendi hesabını kendin gör (deriz.

(İsra; 13-14).

İnsanlar inançlarından dolayı değil; davranışlarından dolayı kurtuluşa ererler. Kur’an; “İnandık” demekle cennete girebileceğinizi mi sanıyorsunuz diye sorar.

Osmanlı’nın yıkılış sebepleri üzerinde çok kişi, çok şey söylemiştir.

Söylenen şeylerin bir hakikat payı mutlaka vardır.

Osmanlıyı yıkan melanet, “Neme lazım” zihniyetidir.

Aslında bu zihniyet, bütün milletlerin ortak kaderidir. 

Toplumların yapılarında zamanla bir takım kara delikler olur. Bunların başında duyarsızlık, ilgisizlik gelir.

Tarih boyunca bu kara delikler nice fert, toplum, cemaat, devlet ve imparatorluğu yutmuştur. Yutmaya da devam etmektedir.

Hafazanallah, yurdumun insanları silkinip kendilerine gelmezlerse korkarım ki; bu kara delikler bizim de sonumuz olacaktır.

Osmanlı Devletinin zirvede olduğu dönem, Kanuni’nin dönemidir.

Denilmiş ki bir gün Kanuni:

Acaba bu zirve bir gün inişe geçer, çökmeye yüz tutar mı?

Kanuni bir endişeye kapılır ve durumu sütkardeşi Yahya Efendi’ye bir mektup yazarak anlatır. 

Yahya Efendi, mektubu alır, okur ve gayet kısa bir cevap yazar:

Neme lazım be Sultanım!

Gelen cevabı okuyan Kanuni, söze bir mana veremez.

Kalkar, Yahya Efendinin Beşiktaş’taki dergâhına gider. Sitem dolu bir şekilde:

Ağabey ne olur endişeme bir cevap ver. Bizi geçiştirme, soruyu ciddiye al!

Diyerek, soruyu tekrar eder.

Yahya Efendi:

Sultanım, sizin sorunuzu ciddiye almamak ne haddime! Ben sorunuzun üzerinde çok düşündüm ve kanaatimi de açıkça arz ettim.”  Der.

Kanuni:

“İyi ama bu cevaptan bir şey anlamadım. Sadece “Neme lazım be Sultanım!” Demişsiniz. Buradan sanki “Beni bu işlere karıştırma” der gibi bir mana çıkarıyorum deyince,

Yahya Efendi:

Sultanım!

Eğer bir devlet içinde zulüm yayılır, haksızlık ayyuka çıkar, herkes Neme lazım deyip bir tarafa çekilirse, koyunları kurtlar değil çobanlar yerse, bilenler susar, cahiller konuşursa, fakirlerin, muhtaçların, yoksulların, kimsesizlerin, feryadı göklere çıkarsa, devletin hazinesi boşalır, halkın itimat ve hürmeti asayiş ve emniyeti sarsılır; çöküş mukadder olur…” Der…

Tıpkı Endülüs Devleti yıkıldığında Emir Abdurrahman’ın ağladığı gibi Kanuni söylenenleri dinler ve ağlar… 

Demek ki halk sefillik içinde yaşarken, “Neme lazımcılık” illetine düşen idareciler halkın bir anda yok olmasına sebep olurlar.

Din dilinde neme lazımcılık, ”Nimeti Küfürdür. Diğer bir ifadeyle nankörlüktür…

Bir örnek daha…

Fatih’in Halası bir Trabzon yolculuğu sırasında:

Sultanımder,Bunca zahmete değer mi at üstünde dağı/taşı aşmak…

Uykuyu, yatağı terk etmek…” 

O zamanda Sultanın ayağında gut hastalığı

vardır. Büyük acılar içinde olan Sultan:

“Bibi!” Der.

Devam eder:

Bizim zahmetimiz din-ü devlet içindir, şahsımız için değildir. Eğer bu zahmeti çekmezsek bize “Sultanlıkta, gazilikteyalan olur!”

Bunun tek panzehiri, bunlardan kurtulmanın tek ilacı vardır. O da; her hangi bir iş olduğunda, “Bunu kim yapar?” diye bir ses duyulduğunda sağına soluna bakmadan “Ben!” demekten geçer. Değilse o toplumun  yaşama şansı azalır.

O halde gelin asrımızı iyi, güzel ve doğru yaşayalım. Zamanı boşa geçirmeyelim…

Gücümüz yetene, takatten kesilene ve yatağa düşene kadar hep ülkemizin saadeti için hiçbir çıkar gözetmeksizin çalışalım…

Yoksa bu ülkenin taşı/toprağı, toprak altında yatanları bizden davacı olur unutmayalım…

Bu millet, tarih boyu düşmanına bile cömert olmuştur…

Lakin onuruyla oynayanları asla affetmez!

Cennete adalete, barışa, hakka, doğruluğa, dürüstlüğe, insafa, merhamete paylaşıma, kardeşliğe inananlar, insanların elinden ve dilinden emin olduğu kimseler ve bunları yaşayanlar girer.

Cennet ne sizin kuruntularınızla, ne de önceki çağlarda kitap verilenlerin kuruntularıyla kazanılacak bir yer değildir. Kim bir kötülük yaparsa cezasını çeker ve Allah’tan başka da ne bir yâr, ne de bir yardımcı bulabilir

(Nisa; 4/123).

Mahmut AKYOL

 

GÜN; BİRLİK VE BERABERLİK OLMAK GÜNÜDÜR.

logo5

GÜN; BİRLİK VE BERABERLİK OLMAK GÜNÜDÜR.

Gün; Allah’ın her an bir işte ve oluşta olduğuna katiyetle inanmak günüdür!

Gün; fiili dua etmek günüdür!

Gün; gözü kapatmak günü değildir!

Gün; güneşi balçıkla sıvamak günü değildir!

Gün; “Şii/Sünni, Türk/Kürt, Laik/Antilaik, Asker/Sivil, Zengin/Fakir” tüm kesimlerin hiçbir ayrım gözetmeksizin maddi ve manevi güçlerini bir araya getirmek günüdür.

Gün; idarecilerin dirayetli, düzenli ve bilgili olma günüdür.

Gün; baş eğdirmek, güç göstermek, diz çöktürmek günü değildir…

Çünkü bağımız yol üstündedir, koruması güçtür…

Aksi halde Milletin başına gelse, gelse ancak felaket gelir.

Allah, insanın hep zayıf, güçsüz, ezilen, mağdur ve mazlum yönüne seslenir.

Bu cümleden mürekkep denilebilir ki:

Tabiattaki hiçbir hadise sebepsiz değildir. Zira her şeyi olduğu gibi, tabiat hadiselerini de yaratan Allah’tır. Bu hakikat En’am Suresi, 59 ayette şöyle ifade edilir:

Çünkü ğaybın anahtarları O’nun yanındadır. Onları ancak O bilir. Karada ve denizde olan her şeyi bilir. O’nun bilgisi dışında ne bir yaprak düşer, ne de yerin karanlıklarında bir tane biter. Yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki o her şeyi açıklayan kitapta bulunmasın.”

Onlardan öncekilerde düzen kurmuşlardı. Allah kurdukları düzeni temelden yıkmış, çatılarını da başlarına geçirmişti. Azap onlara fark edemedikleri bir yerden gelmişti.” Nahl suresi 26 ayet

Siz hep böyle erkeklerle eşcinsel ilişkilere girecek, kadınlardan yüz çevirecek ve toplantılarınızda edepsizlik yapıp duracak mısınız?” dediği zaman halkın cevabı:” Eğer söylediklerin doğruysa getir bize şu Allah’ın azabını da görelim” demekten başka bir şey olmadı.” Ankebut suresi 29 ayet

Şimdi bu ayetler bize yol göstermelidir.

Fakat bu millet, “Kapitalizm” kültür arasında sıkıştırılmış, sanki öldürülmüştür. Doymak bilmez bir iştaha duçar edilmiştir…

İnsanlarımız, “kışın oteller boş kalmasın diye kayak pistlerine suni kar yağdırmaya çalışmıştır”…

Diğer bir deyişle insanlarımız, borcunu kapatmak için bankaya esir edilmiştir…

Tarih, Milletlerin hafızalarıdır. Hafızasını kaybetmiş milletler, acılar içinde yaşar!

Eğer bir millet hileci, fitneci, yalancı, akla gelmedik kötülük içinde yaşıyorsa, onun tarihi ve sicili bozuk demektir.

Müslüman Türk Milleti, Dünya barışına katkı sağlamıştır. Aslıda Evrensel değerlerin yanında adaletin, barışın ve eşitliğin ayrılmaz bir parçası olmuştur. Hatta Kültür ve Medeniyeti insanlık bilimine eşsiz zenginlikler katmıştır.

Müslüman Türk Milleti, tarihe bıraktıkları izlerleri takip ederek yaşamıştır.

Büyük ve güçlü olmak, kuvvetlinin yanında olmakla değil, tam tersine karnı aç, sırtı çıplak, yoksul, çaresiz, zayıf ve düşkünün yanında olmakla olunur.

Şimdi son söze gelebiliriz;

Ey Türk Milletinin Evladı! Üstte gök yıkılmadıkça, altta yer yarılmadıkça, senin ilini, töreni kimse bozamaz!

Hatalarını tekrarlama!

Aklını başına topla!

Sana karşı düşmanların senin ülkene nasıl sokulduğunu bir düşün!

Yabancıların tatlı sözlerine, yumuşak ipek kumaşlarına aldandığında, başına neler geldiğini bir düşün!

Ülkenden, toprağından ve insanından ne kadar çok kayıplar verdiğini düşün!

Bakın;

Âdem kıssası sembolik bir kıssadır. Kıssada gerçeküstücü anlatımlar vardır. “Ekmek aslanın ağzında” denildiğinde gidip hayvanat bahçesinde aslanın ağzına bakıyor muyuz?

Şeytan, melek, Âdem… Bunlar hep insanı anlatır.

Şeytan insandaki kötülük dürtülerini,

Melekler insanda ve evrende Allah’ın iyilik güçlerini (tabiat kuvvetlerini),

Âdem ise insan türünü temsil eder.

Cennetten kovulma, dünyanın ilk doğal ve masumiyet halinden, kargaşa, kan döküp fesat çıkarma haline dönüşmesiyle doğallığın ve masumiyetin kaybedilişini temsil eder.

Şeytanın kendini Âdem’den üstün görmesi, insanoğlunun kavmini, milliyetini, cinsiyetini, mülkiyetini ileri sürerek üstünlük taslamasını temsil eder.

İslam’da gücü “ele geçirmek” esas amaç değildir.

Hz. Peygambere teklif edilmişti. O da “Bir elime ayı diğerine güneşi verseniz davamdan vazgeçmem” demişti.

Dava gücün ele geçirilmesi değil; gücün dağıtılması, güçlü-güçsüz ayırımının ortadan kalkmasıydı.

Örneğin insanlar arasında zengin-yoksul uçurumu var.

Buna alternatif Müslüman’ın zengin olması değildir. Müslümanların kendi aralarında, gücü ele geçirmeyi beklemeden zengin-yoksul uçurumu aradan kaldıran bir yaşam modeli sergilemeleridir.

Hz. Peygamberde öyle yapmıştır.

Mahmut AKYOL