CUMHURİYETİN RUHU…

logo5

CUMHURİYETİN RUHU…

Sözü baştan söyleyeyim ki, yazının anlaşılması kolay olsun.

Avrupa’da 1820 de başlayan devrim ve isyanlar, bize “Modernleşme” olarak yansıtıldı. Aslında bu yansıtılmadaki amaç, İmparatorluğu parçalamaktı. Bu sebeple Osmanlı içindeki isyanlar desteklendi. Bu tarihten itibaren Osmanlı, bindirilmiş olduğu Batı treninden bir daha inemedi.

Mektepli Askerlerin Selanik’ten kalkıp İstanbul’a gelmesiyle başlayan 31 Mart Olayı, hala bu milletin vicdanında tartışma konusudur.

30 yılı aşkın bir süre boyunca, bütün saldırılara karşı duran 2. Abdülhamid’i, İttihat ve Terakki Fırkası ve Hareket Ordusu “Halk seni istemiyor” diyerek tahttan indirdi. Hâlbuki Hareket Ordusu komutanı Mahmut Şevket Paşa, “Padişah Efendimizi İsyancıların elinden kurtarmak ve asilerin ayaklanmasını bastırmak” için İstanbul’a gidiyorum demişti.

Almanya’da modern askeri eğitim görmüş Mahmut Şevket Paşa, senaryo gereği ortaya konulan olayları bahane ederek, Padişahın tahtan indirilmesinde önemli rol oynadı. Zaten asıl amaç da, Padişah’ın tahtan indirilmesiydi. “Padişah hakkında karar vermek, Millet Meclisi’ne aittir!” diyen Mahmut Şevket Paşaya, Siyonist, Alman ve İngiliz bankerlerin İttihatçılara verdiği yarım teneke altından payına düşen kısmını cebine koyduğu bir zamanda bir suikasta kurban edildi.

Osmanlının “istişare” ye dayalı bir siyasi yönetim sistemi vardı. “Divan”, her önüne gelenin katıldığı bir yapı değildi. Bu yönetimin adı Selçuklularda “Toy”, Cumhuriyette “Meclis”, Osmanlı İmparatorluğunda Divan’dı…

Her üç isimde toplanma biçimini anlatan kavramlardı. Amaç, Devlet yöneticilerinin bir araya gelerek yönetimleri altında bulunan teb’alarını iç/dış düşmanlardan korumak, siyasi, sosyal, ekonomik ve askeri tedbirleri almak, Halkın can/mal emniyetini sağlamak ve din özgürlüğünü tesis etmekti…

Amaçlar bunları sağlamak içinse, hangi kavram kullanılırsa kullanılsın fark etmezdi. Lakin Gelin görün ki, bu kısır tartışmalar içine sokulan milletin enerjisi heba oldu. Halen de olmaya devam etmektedir.

23 Nisan 1920 de Meclis açıldığında, Mecliste bulunan vekillerin çoğu, toplantı usullerine yabancı değildi. Çünkü Tanzimat’tan buyana Osmanlı, Batı tipi bir yönetim biçimini tanıyordu. Mustafa Kemal, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde açık ve gizli oturumlarda, Milli Mücadele Hareketinin nasıl başladığını ve manevi yapısının nerelere dayandığını anlatıyor, malumu ilan ediyor, Saltanat ve Hilafete bağlı olduğunu “Padişah ve Halife, yüce Meclis’in düzenleyeceği kanuni esaslar dairesinde yerini alacaktır!” diyordu.

Aslında vekillerin birçoğu Saltanatı savunmuyordu. Bunun için de Paşa’nın siyaseti karşısında sessiz kalıyor, Saltanatın kaldırılmasında da önemli bir tepki göstermiyorlardı. Zira meclis, Saltanat yönetiminden ziyade, Cumhuriyet yönetimine daha yakın insanlardan oluşmaktaydı.

Hoca Kadri, “Yönetime gelmek her ne suretle olursa olsun ümmetin ileri gelenleri ile istişareye mecburdu. Nübüvvet nuru ile eşyanın hakikatlerine muttali olan peygamberimiz bile ashabıyla meşverete memur edilmişti. Bu sebeple, padişahında insanlardan farkı yoktu ve aklen meşverete mecburdu.”

Osmanlı dini çevrelerinde bu görüşler tartışılmaya başladığı zamanlar da Mustafa Kemal, Selanik’te henüz 15 yaşında bir ortaokul öğrenicisiydi.

Bu yıllar ve öncesinde “cumhuriyet” fikri, kimi medrese hocaları tarafından da savunuluyordu. Bu görüşlerin batıda eğitim görmüş kimi İslamcı aydınlar tarafından değil; bizzat medrese çevrelerinden çıkmış olması önemlidir. Ancak ne var ki bu çizgi, laik çevrelerce görmezden gelinmiştir.

Türkiye’de bir kesimin kendini cumhuriyetin sahibi, diğer kesiminde saltanat yanlısı gibi algılaması manasızdır. Biri cumhuriyeti ilan etmişse diğeri onun İstiklal Marşı’nı yazmıştır. Biri bedeni diğeri ruhu olmuştur. Cumhuriyet kesinlikle “ortak irade” ile kurulmuştur. Bu ortak iradede milletin tüm kesimlerinin (askerler, hocalar, Kürtler, İslamcılar ve benzerlerinin katkısı vardır. “1921 ruhu” yani “İlk meclis” bunun en güzel örneğidir!

Bu ortak iradeyi yeniden tesis edilmesi elzemdir.

Fakat ben Abdülhamit’e istibdatçı, Kızıl Sultan diyenlere karşı mesafemi sürdürmeye devam edeceğim.

Cumhuriyetin temelleri diye getirilen, “tebaa” yerine vatandaş, “padişah/emir” yerine milli irade, “divan” yerine seçilmiş Meclis, “intisap” yerine hürriyet, “mertebe” yerine eşitlik gibi kavramlar Tanzimat’la birlikte Batı’dan ithal edilmiş şekil kavramlardır. Laiklik zorlama, Batı hukuku, Milletin özüyle bağdaşmayan şeylerden ibarettir.

1923 de ikame edilen “Ulusçu” devlet anlayışı beraberinde, ırkçılığı ve buna dayalı diktatörlüğü de getirmiştir. Cumhuriyet, kendi kültürünün mahsulü “Adalet, emanet, ehliyet, meşveret ve maslahat” ilkelerinden koparak şekli bir demokrasiye dönüşmüştür.

Dış düşmanların iç uzantıları akıl dışı yollar kullanarak, Milleti, içi boşaltılmış bu kavramla meşgul ederken diğer yandan yok oluşa doğru ve öfke dolu bir siyasi, ekonomik yıkılışa sürüklemekten geri durmamıştır.

Şimdi, kimsenin kimseyi ötekileştirmeden, kendine benzetmeden, herkesin herkesi anlaması, farklılıklarını zenginlik sayması, herkes kendini bir kilimin deseni gibi görmesi gerekir ki, Cumhuriyet ve demokrasi bir anlam kazansın. Değilse düşmanın oyunu tıkır tıkır işlerken bu milletin enerjisi heba olur gider.

Bakın; Kurtuluş savaşında paşalar cepheyi yönetirken, hocalar camilerde halkı düşmana karşı hazırlamıştı. Şimdi yapılan duanın sesini kısmak yerine, beraberce âmin demek 15 Temmuz 2016 ruhunun dağılmasına izin vermemek, düşmanın ipeğine, dolarına ve altınına itibar etmemek zamanıdır!

Bir zamanlar düşman seni sağcı/solcu, laik/dinci, alevi/Sünni, Türk/Kürt diye bölmek, muazzam enerjini tüketmek istedi, ama görüyorsun ki başaramadılar!

İşte benim Türkiye’ye baktığım yer burasıdır. Bana göre 1921 ruhu budur. Bu ruhtan kopanlar, sapanlar, bu ruhu bozanlar, bu ortamda yeni bir yurt bulamazlar!

Dikkatli ol! Uyuma! Kendine gel!

Mahmut AKYOL

 

 

 

Yer işareti koy permalink.

Yoruma kapalı.