KORKU İÇİNDE YAŞAMAKTANSA, GELİN CANLAR BİR OLALIM…

logo5

KORKU İÇİNDE YAŞAMAKTANSA, GELİN CANLAR BİR OLALIM…

Allah’ın sevgi ve merhameti sonsuzdur.

Allah’ın bu sevgi ve merhametine güvenen Müslüman’a dünyada da, ukbada da korku yoktur!

Zira görünen, görünmeyen ne varsa hepsi bu sevgi ve merhamet sonucu yaratılmıştır.

Yaratmak, O’nun ‘kudret, adalet ve hikmetiyle’ olmuştur.

Var oluş birbirine sebeptir. Var oluş hiçbir kesintiye uğramaksızın devam eder. Bunu görmeyen, var oluşu da kavrayamaz!

Kur’an bu var oluşa (yaratılışa) ‘ayet’, Allah’ın mülküne ve yaratılışına ortak olmaya ‘şirk’, örtmeye ‘küfür’, her iki şeyi taşıyana da ‘Kâfir’ der!

Bir yerde şirk, küfür ve kâfir olması, bizim de böyle olacağımız anlamına gelmez!

Biz, yaptıklarımızdan sorumlu oluruz.

Takdir eden Allah’tır. Takdiri kabul etmeyen Allah’ın kullarıdır.

İhtiyaçtan fazlasını biriktirmek haramdır. Kıyametin kopmasına sebeptir. İnsanın insana yaptığı en büyük haksızlık ve kötülüktür.

Allah’a yakın olmak haksızlık, kötülük ve zulümle değil; sevgi, güven, aşk ve vefa duyularak olur. İnsan hep vefalı olmalıdır. Vefa, din de bir katmandır. Dinde zayıflık vefasızlıktır.

Mesela yaşadığımız topraklar, Allah’ın bize vermiş olduğu bir nimetidir. Bize bizden öncekilerden miras bırakılmıştır. Miras aslında bir emanettir. Bu mirasa vefa duymak dinin bir gereğidir.

Yeryüzünde sadece şirk, küfür, zulüm ve haksızlık var demek, bunları ortadan kaldırmaz! Ta ki insan gayretkeş ve hayır hak olmadıktan sonra!

Din de gönüllülük esastır. Din de seçim özgürce olmalıdır. Değilse o din, insanı aldatır. Kur’an’ın ‘dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin’. Deyişi bunun için kullanılmıştır. Din adına yapılan her yanlış iş zulümdür.

Zulüm, korku ile yaşar.

Son iki asırdır bu millet, din ve siyaset dilinde ki korkularla yaşamaktadır. Osmanlının toprak kayıpları, korkularımızın ve paniklerimizin temelini oluşturur. Bu sebepledir ki hala birbirimizle uğraşıyor, birbirimizi suçluyor, Batıcı, Türkçü, İslamcı ve etnik tartışmaların kavgasını yapıyoruz.

Bu yüzden kimse kimseyi anlamak istemiyor. Adeta bir cinnet hali, bir akıl tutulması yaşıyoruz. Kimse kendisine, tarihine, devletine, değerlerine sahip çıkmaya yanaşmıyor ve varoluşun temel taşlarında ki depremlerle ilgilenmiyor.

Müslümanlar, İslam’ın dinamik yapısını öne çıkartmak yerine, korkularını çağırıyor. İçtihat kapısı kapalı, akıl mahkûm, muhafazakârlık pirim yapıyor. Din alanında dinden çıkma korkusu, günah korkusu, hayatı cehenneme çeviriyor!

Din; korkularla değil, güvenle yaşar ve yaşanır. İslam, insanın dünyasında yüksek güven bilincini inşa etmek için vardır. Maalesef mevcut din anlayışı, insanın korkularını besliyor.

Korku, insanların dürüst olmasına manidir. Korku, aklın en büyük düşmanıdır.

Korkak insanlar, doğru bilgiyle ve gerçeklerle yüzleşemezler. Bu yüzden korkaklar, bilgi ve belge yerine, zanla hareket ederler.

Korkaklardan korkmak gerekir! Çünkü korkak insanların ne yapacakları kestirilemez.

İnsanda ki korku, güç üzerinden yürütülür. Korku kültürünün en kötü tarafı, korkunun içselleştirilmesidir.

Ölüm ve mezar, hayatın bilinmezliği, insanı hep korkutur.

Din denilince akla hep güven, kardeşlik, dostluk, paylaşım, vefa, sevgi ve merhamet gelmelidir. Daha açık bir ifadeyle söylemek gerekirse korku kültürü hem dinin etkinliğini azaltıyor, hem de din istismarını kolaylaştırıyor.

Sesinizi uzaklara duyurmak için bağırmayın. Çünkü bağıranların anlatmak gibi bir dertleri yoktur. Değilse avazınız çıktığı kadar bağırın duyuramazsınız!

İslam tarihi acı yönetim tecrübeleriyle doludur. Ne yazık ki Müslümanlar, bu tecrübelerden ders almıyorlar!

Müslümanların geri kalmasının sebebi tembellik, cehalet ve birbirleriyle olan çekişmeleri ve duydukları hırslarıdır. Yoksa geri kalmışlığa sebep din değildir! 

“…Çünkü bir millet kendini değiştirmedikçe, Allah’ta onların halini değiştirmez…” (Enfal/53)

Kur’an’da Müslümanlara hayatın ilkeleri teklif edilir. Bunun başında da ‘adalet’ ilkesi gelir. Kur’an Müslümanlara hep adil olmalarını, zulme sapmamalarını öğütlemiştir.

Ayrıca; ‘adaletten, emanetten, ehliyetten, meşveretten ve maslahattan’ ayrılmamalarını söylemiştir.

Eğer Müslümanlar soğukkanlı olsa, birbiriyle çekişiyor olmasa, yolsuzluklara bulaşmasa, birbirini kandırmaya kalkışmazsa, birbirine karşı yalan söylemezse, o zaman Müslümanlar demokrasiyi içine sindirmiş, ülke için doğru kararlar alabilirler…

Demokratik yönetim anlayışı, ortak bir akıl anlayışıdır. Yönetimde sürekli değişiklik sağlamayı hedefleyen açık bir sistemdir.

Ancak Batıdan ithal edilen demokraside akıl dışı, yalanla dolu ideolojik saplantılar vardır

Buna rağmen eğer Müslümanlar için demokrasi, bir yönetim biçimi olmaz, demokrasiye sadece ‘tağut, küfür, şirktir’ derseniz, insanları tereddüde ve çıkmaza düşürürsünüz!

Eğer Adaletin yerine ganimet, emanetin yerine kader, ehliyetin ve  meşveretin yerine Emevi yönetim anlayışını getirmek isterseniz; o zaman hem siz dini anlamamış ve hem de halka en büyük kötülüğü yapmış olursunuz.

Dolayısıyla ülke yönetimini maceralara sürüklemeye kimsenin hakkı yoktur. Macera içine düşen, zayıf kalan toplumlarda istikrar olmaz…

Bizde Batı muhalifliği toptancı bir mantık anlayışına dayanır. Kolaycılığa sapmış olanlar, halkı memnun edemediklerinde, günah keçisi olarak hemen, Batı menşeli şeyleri ‘ret’ yoluna giderler…

Siyaset, halkı yönetme ilim ve sanatıdır.

Halk, kendisine sunulan yönetim planını ister kabul eder, ister etmez. Neticede Demokrasi, çoğunluk ve katılımcılıktır. Demokrasi ve siyaset çağdaş insanın gelmiş olduğu bir sonuçtur.

Oy kullanmak siyasi bir tercihtir, dini bir tercih değildir. Bir partiyi tercih etmek ve ya etmemek senin iradene bağlıdır ve seni dinden çıkarmaz.

Fakat hırsıza, katile, yalancıya, doğa düşmanlarına, arka çıkmak siyaseti olamaz! Bunlara karşı mücadele etmek dinen farzdır. Eğer edilmezse, o kimse ahlaken yoksun demektir…

O halde gelin canlar;

Laik-Antilaik, Türk-Kürt, Alevi-Sünni, Asker-Sivil, Zengin-Fakir hep birlikte ayağa kalkalım, maddi-manevi gücümüzü hep birlikte ortaya koyalım.

Değilse korkarım ki; gelecekte olacak olanların bedelini hep birlikte öderiz!

Mahmut AKYOL

MANKURT NESİLLERLE TÜRKİYE BÜYÜYEMEZ!

logo5

MANKURT NESİLLERLE TÜRKİYE BÜYÜYEMEZ!

Grahem Fuller, ‘İslâm’ın yenilenmesi dünyada bir sorundur. Bu sorun, Müslümanlara bırakılmayacak kadar önemlidir. Bu meseleye el atmalı ve yönlendirmeliyiz. Aksi halde olay istemediğimiz yöne evrilir ve kontrolümüzden çıkar…’ Der.

Bu bana zamanın Ankara valisi Nevzat Tandoğan’ın sözünü hatırlattı. …‘komünizm gelecekse onu da biz getiririz’…

Fuller’in demek istediği şeylerin gerçekleşmemesi için bu toprakların yerli güçleri, meseleye el atmalı, topluma yeni bir heyecan kazandırmalıdır.

Uyuşturulmuş toplumlar ancak, mankurt insanlar yani Fuller’in ve Tandoğan’ın istediği insan tipi üretirler.

İbn-i Haldun sosyolojik bir gerçekten bahsederken: ‘Toplumlar ekseriyetle içerden çürür ve yok olurlar, refah ve dış müdahaleler sadece bu iç çürümeyi kolaylaştır.’ Der.

Demek ki bir millet, ortak bir akıl ve tecrübeyle kendi küllerinden yeniden doğabilir. Fakat bu işler, başkalarının yönlendirmesi ile değil, hele bir Soros, bir Fuller ve bir Tandoğan’ın aklı ile olması hiç mümkün olmaz…

İşleri karma/karışık bir hale getirmemek lazımdır. Çünkü Mankurtlaşmış nesiller Türkiye’yi asla büyütemez! Türkiye ancak kendi zekâsı, kendi dehasıyla büyümelidir…

Elbette ki milletlerarası ilişkilerde karşılıklı çıkar ilişkileri olur, toplumların birbirlerinden etkilenmeleri normaldir ama ne kadar etkilerse etkilensin, bundan sonrada söz, benim ilmi-siyaset sahibi aydınıma düşer!

Düşünen, kafa yoran aydın, yaşadığı ülke toprağından ayağını kaldırmayan aydın, ülkesinin sorunlarıyla yüzleşen aydın, çözümler üreten, ne pahasına olursa olsun doğruluktan ayrılmayan aydın, insan olarak toplumunun çile ve yok oluş sancılarının yanında olan bir aydın mutlaka olmalıdır.

O aydınlar kim bilir, şu an İslam’ın çiğnenmiş hangi diyarında, hangi yıkık beldesinde kozasını örüyor, bilmiyorum…

Bu bakımdan Türk aydını, ulusalcı, tefeci ve küreselcilerin sofrasına oturmamalıdır.

Çünkü Türk aydını aklını özgür bir şekilde kullanmalı, bu ülkenin küllerinden yeni mucizeler inşa etmelidir.

Aydınlar, bir milletin hafızalarıdır.

Yeter ki bu hafızayı birileri silmesin, kör/topal, sağır ve dilsiz bırakmasın!

Son iki asırdan bu tarafa görülen hakikat şudur:

Toplumun güven duygusu kaybolmuş, asabiyeti çözülmüş, herkes birbirinden endişe eder olmuş, ülkede reform kapıları kapatılmıştır. Hatta teşebbüs edilen her reform hareketi budanmıştır. 

Bunun hesabının altından kalkmak zor olsa gerek…

Günümüz aydınlarının yapacakları iş, uyuyan devi uyandırmak, kuşkuları,  korkuları ve belirsizlikleri ortadan kaldırmaktır. Anti-emperyalist, yerli ve yenilikçi çizgiye dönmektir.

Dahası Filibeli Ahmet Hilmi’lerin, Seyyid Bey’lerin, Mehmet Akif’lerin, ‘üçüncü yol’ dedikleri yolu canlandırmaktır.

Bu yol, ‘adalet’ yoludur.

Gelenekçi düşünceden çıkıp yenilikçi bir yola girmenin, ön şartı, birbirimizi sevmekten ve saygı duymaktan geçer.

Saygı duymanın, sevgi beslemenin ve birbirimizi anlamanın önündeki en büyük engel; din ve siyaset dilinin korku ve tehdide dayalı olmasıdır.

Hâlbuki farklılıklarımız zenginliğimizdir. Ondan desenli, yüzüne bakmaya doyulamaz kilimler çıkar.

Fakat Ülkemizde siyaset, dini yapı, itici ve nefret dolu…

Bunlar insanda korku uyandırıyor.

Aslında korkularımız ümitlerimizi bitirir.

Dünyanın bütün sorunları ve insanoğlunun bütün sıkıntılarının çözümü bu korkularda saklıdır.

Tersinden bakacak olursak, insanın mutluluğu sevmek, saymak ve kardeş olmakta gizlidir.

Bir dünya iki hükümdara azdır’ zihniyeti, hala geçerliliğini korumaktadır.

Demem o ki insanlar, toplama kamplarında üst üste yaşamanın ne demek olduğunu bilmiyorlar!

Çünkü yaşamış değiller!

Aynı vatan toprağı üzerinde yaşayan ve aynı toprağın kaderini paylaşanlar, hala birbirinde farklılıklar arıyor! ‘Ben mükemmel, sen sapık, ben hidayette, sen delalette, ben mümin sen müşrik…’ Sözleri ortalığı toz/dumana katıyor.

Eğer herkes, İslami ve evrensel değerler etrafında toplansa, sorunlarının çözümünü ‘adalet ve yansızlıkta’ görse; o zaman ne zulüm olur, ne mazlumun kanı akar, ne açlık boy gösterir, ne hırsızlık olur ve ne de hiçbir şey çalanın yanına kar kalır.

Bu yüzden insanın gözlerini, kulaklarını ve vicdanını hakikate kapatması, kendine karşı işlediği en büyük zulümdür…

Farklılıklarımızı iktidara taşımak için ırkçılık yapmaya, kin beslemeye,  ötekini  tasfiye etmeye ve meseleyi bir mezhep savaşına dönüştürmeye gerek yoktur.

Bakınız Hz. Ali’nin ve Muaviye’nin haklı/haksız oldukları tartışmasını bir kenara bırakalım da, önümüze bakalım. Zira bunun sonucu, Müslümanlara ağır gelmiştir. Halen de yanan ateş söndürülememiştir.

Zamanımızda yaşanan olayların fitilini ateşleyen güçlerin, dış kaynaklı olduğunu görmek zorundayız.

Zira yol üstünde bağı olanın başından dert eksik olmuyor. Abdullah İbni Sebe iş başında, o fitneci hala şeytanın işini yapıyor…

Osmanlının çöküşünde ve yıkılışında, Birinci Dünya Savaşında, milletlerin perişanlığında hep bu ideolojinin kirli ve kanlı yüzü görülür.

İsrail oğullarının beş bin yıldan beri kedilerini hep üstün ırk ve diğer milletleri de köle olarak görmeleri, insanlığın ufkunu karartmıştır.

Arzı- Mev’ut uğruna Amerika bile, milli çıkarlarından vazgeçmiştir.

Dünya milletleri ‘Kapitalist Düzeninin’ etkisi altında tutulmuştur. İki Müslüman yardımda bir araya gelmiyor…

ABD ‘Kapitalist Düzeni’ bir projedir. Kızılderililer üzerinden Yahudi film şirketleri, insanlıktan intikamlarını almışlardır.

Katılıyorum bu görüşe

Yol yapmak güzel de, o yolda senin ürettiğin bir araban yoksa, arabaların benzini keşke ithal olmasa, şehirleri rengârenk ışıklarla donatılması güzel de, keşke o ampulün ışığı ithal olmasa

Mahmut AKYOL

MÜLKTE, HUKUKTA, HÂKİMİYETTE ALLAH’INDIR!

logo5

MÜLKTE, HUKUKTA, HÂKİMİYETTE ALLAH’INDIR!

Mülkten, suyu ulaşmak için gidilecek yoldan, hiç şüphesiz ki hâkimiyet Allah’ındır’ sözlerinden bir iki cümle de olsa bahsetmek istiyorum!

Bilmiş olun ki Hayata, Kâinata ve İnsan ilişkilerine dair tüm düzenlemeler Allah’ın gücü ve kudretiyledir.

Allah hayatı, adalet üzerine yarattı, sevgi ve merhametle ayakta tutmaktadır.

Allah insanı hangi dinden, dilden, renkten ve kariyerden olursa olsun eşit şekilde yaratmıştır.

Allah insanın canını, malını, namusunu, aklını ve neslini hukuk içinde kalarak sağladı.

Eğer böyle olmasaydı, taşın üstüde taş olmazdı

Yeryüzünde yaşamak insan için bir haksa, havasından ekmeğinden, suyundan yararlanmak bir haksa o toprakları korumakta bir haktır.

Yeryüzünü kirletmemek insanın borcudur…

Mesela bir şehrin sokaklarında özgürce dolaşmak bir haksa; o sokakları temiz tutmakta bir haktır.

Hukuksuz mekânlara orman denir. Orman denilince hayvan, hayvan denilince de kontrolsüz güç akla gelir. İnsanı hayvandan ayırt eden de, hukuk içinde kalarak bir arada yaşamasıdır.

Hukuksuzluğun din dilinde ki karşılığı günah işlemektir. Günah, diğerinin haklarına gasp ve tecavüzdür.

Dine göre; insanın işlediği günahların hesabını Allah, Ahirette bizzat kendisi  soracaktır.  Tabi ki bu sorgu, Adalet ve merhamet içinde olacaktır.

Bazı kimselerin duyunca irkildiği, yüzünü buruşturduğu kavram, Şeriat kelimesidir.

Şeriat, ‘Su kaynağına giden yol’ demektir.

Kimin suya ihtiyacı varsa, o yolu takip etsin! Çünkü suya herkesin ihtiyacı vardır. Hukukun zalimin elinde bir kırbaç olmasına asla izin verilmemelidir.

Hayatı canlı tutmak ve toprağı yeşertmek için, suya ihtiyaç duyduğu gibi, insanoğlu da hukuka öyle muhtaçtır.

Kur’an’ı Kerim insana hep bu su kaynağını anlatır ve nasıl gidileceğini gösterir. Değilse Kur’an, mezarlıkta okunmaya devam eder durur.

Şeriat isteriz” demek, “Hukuk isteriz” demektir. Tabi ideolojik davranılmadığı sürece bu böyle okunur.

Lakin Tanzimat’tan bu yana bu kavram siyasallaştı.

Hukuk olgusu dilden dile değil, çağdan çağa yenilenerek yaşar. Bu yenilenme güç üzerinden değil; hak üzerinden olur. Yani hukuk gücünü kuvvetten değil, haktan alır. Hukuksuz mekânlarda, sadece zayıfların kanı dökülür, talan olur, gözyaşı akar.

Hukuk işlerinin iyilik, güzellik, doğruluk içinde yürümesidir.

Yani yetim hakkı yiyenleri, yoksulu hor görenleri, fakiri aşağılayanları, düşenin elinden tutmayanları Kur’an kâfir, zalim ve fasık ilan eder. Bu Kur’an’ın adalete ve hukuka olan bakışıdır.

Öldürmeyin, çalmayın, yalan söylemeyin, iftira atmayın, zina etmeyin, içki içmeyin, dürüst olun vs. Hepsi, Allah’ın insana bir ikazıdır.

İslam’ın ifade ettiği değerler; ‘iyilik, güzellik, doğruluk, rahmet, merhamet, vicdan, hak, adalet, dürüstlük’ vs. Bunlar insanlığın ortak iyileridir. Bir yerde bunlar olursa, orada İslam’ın rüzgârı esiyor demektir.

İslam’ın bu evrensel değerlerinin en rahat yaşadığı yer, insanın yaşadığı ortam olmalıdır. Dini tamamlamak, sevgi ve merhameti yaymak için gönderilen Hz. Muhammed,  bu değerleri ete kemiğe büründüren örnek insandır.

Çekim, cazibe demektir. Eşyayı, canlıları, hayvanları ve insanları bir yer çekimi kanunuyla idare eden Allah’tır! Eğer yer çekimi kanununu Allah yaratmamış olsaydı, hiçbir düzeni kurulu tutmak mümkün olamazdı.

Evrenin cazibe merkezi matematiktir!

Toprağa atılan tohum, O’nun izni olmadan çatlamaz, zamanı gelmeden bir yaprak solmaz, hiçbir varlık ölmez…

Güneş doğmasaydı hayat başlamaz, hayat güneşin ışığıyla şenlenir ve canlanır…

Soluduğun hava, bastığın toprak O’nundur ve sen onunsun. O, izin vermezse nefes bile alamazsın…

Kitabımız Kur’an sürekli akla vurgu yapar ve Allah bizden irademizi kullanmamızı ister.

Allah’ın hâkimiyeti sonsuz ve sınırsızdır. Bu hakimiyete önce güven duymalı sonra iman etmelidir.

Teslim olduğumuz Allah, bizden ‘Dar’us Selam’ yurdunu kurmamızı ister.

Bu dünyayı inşa etmek zordur!

Siz hiç, zor olan bir dünyayı inşa etmeye çalıştınız mı?

Mesela aranızda hiç eşitliği düşündünüz mü?

Mesela hiç mal hırsına düşüp de başkasının hakkını gasp ettiniz mi?

Mesela hiç ihtiyaç sahibi birine iyilikte bulundunuz mu?

Mesela hiç dünyaya insanlara yüksekten baktınız mı?

Ey insanlar!

İnsanlık kişiliğini, kimliğini, geleneklerini kaybediyor!

Bu yok oluş karşısında bir sözü olan varsa şimdi söylesin, sus/pus olmasın, haksızlık karşısında dilsiz şeytan olmasın, yoksa ebediyen sussun, şeytanlığını sürdürsün!

Ey insanlar!

Hiç dini düşüncenizi yenilemeyi düşündünüz mü?

Dini Hayatını yenilememiş insanlar, dünyada akıl sağlığını koruyamaz. Bakın insanlar Meditasyon seanslarına koşuyor. Cinnet geçirenlerin, intiharların, cinayetlerin sayıları gün geçtikçe artıyor! Engellilerin sayısı her geçen gün çoğalıyor!

Dünyada sahip olma ve edinme hırsı kamçılanıyor, bu hırsla birlikte manevi krizler çoğalıyor!

Kapitalist yapı her geçen gün insanı mutsuzlaştırıyor. Teknoloji insan yaşamını, tabiatı tehdit ediyor. Teknoloji ahlaki hiçbir boyutu olmadan büyüyor. Gelişmiş dünya, Müslümanları ölüm kusan silahların denemelerinde kobay olarak kullanıyor.

Sudan ülkesinde, açlıktan ölmek üzere olan bir çocuğun akbabanın ölümünü bekleyen, diğer yandan çocuğun ve akbabanın resmini çekmeye çalışan Kevin Carter’e ‘Politser’ ödülü veriliyor!

Fakat Kevin çocuğu akbabanın insafına bırakıp oradan ayrıldıktan sonra dayanılmaz kâbuslar yaşıyor. Sonunda Kevin intihar ediyor.

Şimdi sormak lazım!

En kesif düşmanların dördü/beşi, akbaba sürüleri gibi üzerimize çullanmak istiyor görmüyor musunuz?

Şimdi, sirkeyi/sarımsağı hesap etmenin sırası mı?

Yangın bacayı sarmışken, ‘nevafil’ le meşgul olmanın dinde ki yerini bana anlatır mısınız?

Sizleri yeniden oy kullanmanın, ‘şirk’ olduğunu söyleyenleri bir kere daha düşünmeye davet ediyorum!

Allah’ın hâkimiyetini küçültmeye, devletimizin gücünü zayıflatmaya hakkımız var mı?

Bu zihniyet kime hizmet eder hiç düşündünüz mü?

Mahmut AKYOL

OSMANLININ KÜLLERİ ÜZERİNE İNŞA EDİLEN CUMHURİYET VE 15 TEMMUZ

logo5

OSMANLININ KÜLLERİ ÜZERİNE İNŞA EDİLEN CUMHURİYET VE 15 TEMMUZ 

Dünya, ‘güç’ siyasetinden bahsediyor.

ABD, bugünlerde 3. Dünya Savaşı’nı dillendiriyor.

Eğer bu savaş patlayacaksa, güç üzerinden yapılacaktır. Çünkü milletlerin ambarları silah, hangarları uçak ve füze dolu…

Fakat görülen o ki, dünya milletleri ellerindeki güç sayesinde, kendi sınırlarını genişletmek isteyecektir. Daha önceki savaşlarda olduğu gibi bu savaş öyle kolay olmayacaktır…

Eğer bana 3. Dünya Savaşı olur mu diye sorarsanız, hiç tereddüt etmeden söylerim ki, 4. Dünya Savaşı, taşlar ve sopalarla olacaktır derim…

Her neyse; biz konumuza dönelim.

Benim mücadelem, varlık sebebim İslam’dır.

Bu benim yeryüzünde vazgeçilmez bireysel hakkımdır. Ömrüm yettiği sürece ve bayrağım dalgalandıkça bu hakkımı kullanmaya devam edeceğim!

Fakat dünya yönetimleri totaliter, ceberut, darbeci ve mankurt bir anlayış içindeyse, bu hakkı elde etmek çok zordur…

İnsan haklarının başında ‘yaşama’ hakkı gelir.

Yeter ki insanların bu hakkı, birbirini yaralamasın, birbirini bölmesin ve birilerini şiddete çağırmasın!

Bakınız; Osmanlı Devleti’nin küllerinden doğmuş olan Türkiye Cumhuriyet’i, tek bir kişinin iradesi veya tek bir partinin ilkeleri üzerine kurulmadı…

Cumhuriyet, ortak aklın bir sonucudur. Milletin kılcal damarlarından süzülerek geldi!

Esasında Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı Devletinin yıkılması için planlandı. Bu planın birinci sebebi, Yahudilerin Filistin’de bir devlet kurmak istemesiydi.

1920–1924 yılları arasında verdiğimiz ‘İstiklal Mücadelesi’ sonunda Türk Milleti yeni bir devlet kurdu. Bu, ‘Cumhuriyet’e dayalı bir devletti.

Cumhuriyet tek bir kişinin eseri değil, ortak aklın eseridir. Yönetimi yediden yetmişe herkesin katkılarıyla gerçekleşmiştir. Ecdadımız, İstiklal Mücadelesinin bütün ileri cephelerinde ve yerinde vardır. Tıpkı 15 Temmuzda olduğu gibi…

Osmanlı, 1912 Balkan yenilgisine, 1914-1918 Birinci Dünya Savaşına, ardından 1920–1924 ‘İstiklal Mücadelesine’ sokulmuştur.

Osmanlının Pay-ı Tahtı İngiliz gemileriyle kuşatılmış, eli/kolu bağlı (Türkiye Milleti) Sevr’e zorlanmıştır. Savaşın sonunda yorgun, yılgın, çoluk-çocuk-yaşlı-hasta-dul ve yetimlerden ibaret bir millet, yeniden ayakları üstüne kalkacaktı.

Fakat bu nasıl olacaktı?

Türk Milleti, kurtlar sofrasına oturtuldu.

Lozan Antlaşması aleyhine işletildi!  

Buda yetmezmiş gibi cepheden dönen, cahil bırakılan, yığınla problemin içine sokulan Türk Milleti, her defasında kendilerini demokrat, Atatürkçü, laik ve Cumhuriyetçi görenler tarafından aşağılandı.

Hiç düşüneniz oldu mu?

İstiklal Marşı’nın ilk ve son kelimelerinde yer bulan ‘Korkma’ ve ‘hakka tapan!’ üzerine Cumhuriyet inşa edildi…

Hz. Resul, bir arada yaşamak zorunda olduğu Yahudi, Hıristiyan, Süryani, Mecusi, Müşrik, Putperest, Ateistleri ‘Medine Sözleşmesiyle’ bir arada tutmuştu…

Lakin Cumhuriyet, ‘ulus’ devlet anlayışına indirgendiği için bunu beceremedi.

Hala dağılan Osmanlı bakiyesi toplanmış değildir. Çünkü Osmanlı Siyaseti, Ümmete dayalıydı.

Esasında Ümmet, Sosyo-politik bir birliktelikti. Lakin tespih kırılmış, taneler dağılmıştı…

Ancak ‘Harici-Selefi’ zihniyetinden kurtulamayanların bunu anlaması zordu. Yani Osmanlıdan kalma çürümüş, istismara açık bazı yapıları savunmanın İslam’a hizmet olduğunu anlamak boş bir çabaydı!

Mesela ‘Saltanat’ı ele alalım. O dönemde yapılanları takdir etmek başkadır, günümüze taşımaya çalışmak başkadır. Yani İslam’ın özünde ki yönetim, dine dayalı değil, ‘adalete’ dayalıydı.

Yurdumun insanı farklı çizgilerde yaşıyor olsa da, beraberce zulme ve zalime karşı durmak zorundadır. Zira birbirimizi anlamanın ve yardım etmenin başka bir yolu yoktur.

Evrensel değerlere ve yeryüzünün gerçeklerine insan gözlerini ve kulaklarını kapayamaz. Birlikte yaşayanlar adalet için, ekmeğini çalana kılıç çekmek zorundadır.

Bu topraklarda yaşayanlar parçalamayı, ayrılık tohumları ekmeyi, birbirine ilgisiz olmayı,  birbirine sırt çevirmeyi, birbirine kin beslemeyi, birbirine haset etmeyi asla aklından geçirmemelidir!

Sadece ‘ulus’ devlet anlayışı, Osmanlının küllerinden kalan kısımdır. O da kurulurken Osmanlı göz ardı edildi. Geriye bir gerçek kalıyor ki, o da bastığımız toprakları el birlik korumak…

Müslüman Türk Milleti tarihte çok sıkıntılar çekmiştir. Kabul etmek gerekir ki, O sıkıntıları bize reva görenlerin kendileri de sıkıntıdan asla kurtulamamıştır.

Türk Milleti, tarihin en merhametli ve en mazlum milletidir…

Ey Yurdumun İnsanları, gelin “783.562 km²” toprak parçasında birbirimizle çekişmeyelim. Eğer çekişirsek gücümüzü kaybederiz.

Bakın, Hz. Ali’nin iktidar anlayışıyla, Muaviye’nin siyasi anlayışı birbirinden farklıydı. Muaviye’nin bu farklı anlayışı sonunda, Müslümanlar param parça oldu. Binlerce Müslüman’ın kanı döküldü. O gün bugündür hem kanı dökülüyor ve hem de parçalanma sürüp gidiyor…

İçinde bulunduğumuz şartlara objektif olarak bakıldığında görülecektir ki, Osmanlıya, Türk Milletine reva görülen oyunlar, hep dışarıdan tezgâhlanmıştır.

Rica ediyorum, Ülkemizde oynanan oyunun resmine büyük açıdan bakın!

Birinci Dünya Savaşı çıkarılışının altında, İsrail’in ‘Arz’ı- Mev’ut’ (Vaat edilmiş Topraklar) düşünce ve ideali yatar. Osmanlının yıkılışı bundandır!

Asırlardan beri yaşadığımız onca sıkıntı ve meydana gelen olaylar hep bu ideolojinin hayata geçirilmesinden dolayıdır. Eğer insanlık ve insanımız bu ve benzeri olaylardan bir ders almazsa, dünyada insanlık rahat bir nefes alamaz!

Arz’ı- Mev’ut’ taraftarlarının elindeki imkânlar ve benzeri güçler bulundukça, dünya kirlenmeye devam edecek, yakmanın/yıkmanın sonu gelmeyecektir.

Bu topraklar üzerinde yaşayanlar mutlaka kader birliği yapmalı, kendi aralarında oluşan siyasi, sosyal, dini ve mezhebi farklılıklar derinleştirmemeli, ahlaki değerlerin çürümesine daha fazla imkân vermemelidir!

Ancak üzülerek şahit oluyoruz ki, insanlar tarihten ibret almıyor! Başına gelenleri hemen unutuyor! Savaş, terör ve zulüm sebebiyle milyonlarca insan yerinden, yurdunu kaçıyor.

Nice mazlum, masum, mağdurun hayat hakkı yok olup gidiyor!

Kim İslam’ın gereklerini içten yerine getirir, pratiğe aktarır, ikiyüzlü davranmazsa; Allah onun etrafında bir sevgi halesi oluşturur, diğer insanların da bu saf imanın etrafına toplanmasını sağlar.

Ben bunu bilir, bunu söylerim…

Fakat biz bu yok oluşu hala kavramış değiliz!

Mahmut AKYOL

BU TOPRAKLAR ÜZERİNDE YAŞAYANLAR, KADER BİRLİĞİ YAPMAK ZORUNDADIRLAR!

logo5

BU TOPRAKLAR ÜZERİNDE YAŞAYANLAR, KADER BİRLİĞİ YAPMAK ZORUNDADIRLAR! 

Birileri muarızlarına küfretmeyi ‘siyaset’ zannediyor, adeta kuduz bir köpek gibi ısıracak yer arıyor!

Kısır çekişmelerin içine düşenler, büyük resmi göremiyor!

Yarım asır önce verdiğim konferans ve katıldığım mitinglerde söze önce şöyle başlardık…

Milletimiz tarihinin en karanlık günlerini yaşıyor!’

Bu sözü bizden öncede söylenenler olmuştur. Bu söz öyle fanteziden söylenmiş bir söz değildir, hala geçerliğini korumaktadır.

Bundan sonrada her düşünür, sosyolog, siyasetçi çağını okuduğu zaman, ağzından bundan başka bir söz çıkmayacaktır…

Çünkü topluma bakıyorum da, kimse kimseyle dostane değil, kimse kimseyle konuşmuyor!

Dindar olanda, eyyamcı olanda aynı türden hareket ediyor, herkeste bir hırs, kimse bir birine güven duymuyor…

Niçin derseniz?

Çünkü herkes David Rockefeller, Rothschild ve Bill Gates gibi paranın efendileri gibi güçlü olmak istiyor…

Siyasetin ve iktidarın peşinde koşan her insan, bu illete tutuluyor…

Fakat kimse, trilyon dolarları yöneten Yahudilerin azdığını, saptığını görmek ve anlamak istemiyor…

***

Türkiye Kapitalizmle 1950li yıllarda tanıştı!

Bu tarihte ABD, Türkiye’de ’Komünizmle Mücadele Derneklerini’ kurdu ve finanse etti…

Memleket komünizm tehlikesi altında, ezan susacak, camiler ahır olacak, kadınlar ulu orta yerde kalacak’ korkusunu ABD pompaladı ve gerekçe gösterdi…

İttihatçı Celal Bayar ve Menderes, CHP den kopartıldı, DP kuruldu. Devamında DP iktidar oldu.

DP iktidar olur olmaz ülke, “Marshall” yardımıyla tanıştı.

Memleketin çocukları ilk kez süt tozu, vite yağı yedi. İlk kez ‘Zeytinyağı yiyemem’ türküsünü söyledi. Millet çarığı bıraktı, Cızlavet lastiği giydi. Millet asfalt yolları gördü, ülkenin her yerinde camilerden aslına uygun ezan sesleri yeniden okundu. İmam-Hatip Okulları açıldı.

Fakat kimse bunun bedelinin ne olduğunu sormadı.

***

ABD’den gelen borçlar katlanarak büyüdü, borç borçla ödenmeye başlandı. Yabancı sermaye geldikçe, Osmanlı’ya dayatılan kapitülasyonlara benzer talepler peş peşe sıralandı.

Daha sonra tıpkı bugün olduğu gibi insanların diline doladıkları basit birkaç söz üzerinden hemen darbe yaptılar. Darbe sonunda düzmece isnatlarla İttihatçı ve Mason Celal Bayar dışarıda bırakıldı, Menderes ve arkadaşları idam edildi.

***

Bedel ödemeye devam

Kıbrıs Barış Harekâtı sonrasında ülkeye uygulanan ambargolar halkı canından bezdirdi. İnsanlar, yağ/tuz bulamaz oldu,  halk, karaborsacıların insafına terk edildi.

Yerli sanayi ve küçük işletmeler birer ikişer iflas etmeye başladı. Serbest piyasa ekonomisine geçmekten, ithal edilen mallara gümrük muafiyeti getirmekten ve ihracatımıza kota koyulmasına razı olmaktan başka bir seçenek kalmadı.

***

Millet 1980 darbesiyle karşılaştı.

ABD, 1980 Darbesinin ortamını oluşturabilmek için binlerce gencimizin kanının dökülmesine sebep oldu.

Provokatörler devreye girdi, halk, sağcı/solcu diye ikiye bölündü. Sokak çatışmalarında her gün onlarca kişi ölmeye başladı. Mason Demirel 1964 1980 arası iktidara gitti/geldi.

Demirel’in bu millete yaptığı en büyük kötülüğü, 28 Şubat Post-Model Darbesine sahip çıkmasıdır. Benim görüşüme göre, TSK’ ni bir ayrık otu gibi saran FETÖ’ nün parmağının olmasıydı…

***  

Sonunda Turgut Özal Küresel Sermaye’ ye ülkenin kapılarını açtı.

Millet çalışıyor, tefeciler kazanıyor, ticaret ahlakından yoksun olanlar, hayali ihracat yaptı, kolay şekilde servet yapmak için devlet bankaları soydu…

Gündeme hemen ailesi, yakın çevresi, etrafındaki prens ve prensesleri ortaya çıkarıldı. Özal dayanamadı, küresel sermayenin isteklerini cevapsız bıraktığı andan itibaren, iktidara veda etti.

***

Bedel ödemeye devam

Kimse Ülkemizde oynanan oyun ve ihanetin resmine büyük açıdan bakmadı!..

Bir kere ‘Arz’ı- Mev’ut’ un ne olduğu bilinmeden, dünyanın yıkılıp dökülmesinin sebebi anlaşılamaz!

Trilyon dolarları yöneten Yahudi İmparatorluğu etkisi altında tuttuğu para, medya, sinema vs. Kaynaklar yok edilmeden Müslümanların bir araya gelmesi ve dünyanın bir nefes alması asla mümkün olmayacaktır…

***

Aşağıda ‘Teşkilât-ı Mahsusa’nın son Başkanı Hüsamettin Ertürk’ün ele geçirdiği Siyonistlerin Protokollerinden birkaç alıntı göreceksiniz.

  • Genç nesilleri mugayir-i ahlak telkinlerle bozmalı,
  • Aile hayatını yıkmalı,
  • İnsanlara, aşağı sınıflarla tahakküm etmeli,
  • Sanatı zayıflatmalı, edebiyatı müstehcen ve şehevi bir hale sokmalı,
  • Mukaddesata hürmeti yıkmalı, hürmetle anılan kimseler hakkında rezilane vak’alar uydurmalı,
  • Hudutsuz bir lüks, baş döndürücü modalar icat etmeli, çılgınca sarfiyatı teşvik etmeli,
  • Müfrit nazariyelerle fikirler zehirlenmeli, gürültü ve kargaşalıklar yaratılmalı, içtimai sınıflar arasına kin ve itimatsızlık sokulmalı,
  • Mal sahipleriyle işçilerin arasını bozmalı, grevler, sabotajlar tertip ettirmeli,
  • Sanayinin ziraatı ezmesine imkân vermeli, böylece köylü sınıfını ortadan kaldırmalı,
  • Hayat pahalılığını körüklemeli, ücretleri arttırmalı,
  • Beynelmilel meseleler ihdas ederek milletler arasına kin ve nefret tohumları serpmeli,
  • Bütün hükümet şekillerini değiştirmeli, birçok sırları ifşa etmeli,
  • Siyasi, iktisadi buhranlar yaratmalı, servetleri mahvetmeli,
  • Hükumetlerin ölümlerini hazırlamalı,
  • İnsanı elem, ıstırap ve yoksulluk içine atmalı…

1892 den beri Dünya ve Türkiye bu zihniyetle mücadele halindedir.

Burada masum dünya ve Müslüman Türk Milleti çok değerini kaybetti.

Eğer milletler ‘eman’ içinde yaşamış olsalardı, yeryüzünde bugünkü nüfusun on katını beslenirdi. Fakat insanların ‘kin, hırs ve haset’ duyguları buna engel olmuştur.

Farklı çizgilerde yürümüş olsak bile, bir birimimizi anlamak zorundayız. Aynı vatan toprakları üzerinde yaşıyor ve aynı toprağın kaderini paylaşıyoruz.

Eğer evrensel değerlerin yanında olursak, adaletten, zulme başkaldırmaktan yana durursak, açlıktan söz eder, ekmeğini çalana birlikte kılıç çekersek, farklılıklarımız kendiliğinden ortadan kalkacaktır.

Eğer bu söylediklerim hala anlaşılmıyorsa, o vakit insanın gözü kör, kulağı sağır ve vicdanı kapalı demektir.

O halde bu topraklar üzerinde yaşayanlar, kader birliği yapmak zorundadır.

Toplumu manen yaşatan ahlaki değerlerin çürümesine fırsat verilmemelidir.

Mahmut AKYOL