KENDİNİZİ KARDEŞİNİZE, DİN’Ü DEVLETİNİZE FEDA EDER MİSİNİZ?

logo5

KENDİNİZİ KARDEŞİNİZE, DİN’Ü DEVLETİNİZE FEDA EDER MİSİNİZ?

Dünya yine gergin, gerginlik Hakk ile Batıl arasında…

Yoksulları gözeten, zayıfların elinden tutan, düşmüşü düştüğü yerden kaldıran bizden başkası yok gibi…

Hristiyan Yahudileri (Evanjelistler), Ortadoğu Halklarını birbirlerine düşürmeye devam ediyor! Gözünü açan bizden başkası yok gibi…

Paraya tapanlar, “Büyük İsrail Devletini ” kurmak için efendilerine hizmette kusur etmiyor, ABD, AB, Mısır, BAE olduğu gibi…

Türkiye ve vicdanlı bazı kesimler, bu zulme ve haksızlığa karşı durmaya çalışıyor… Rabbım; “nahr” ımızı sabra tebdil etsin!

Kaderin bir cilvesi olarak Türk Milleti, “Kafasından ve midesinden” düşmana bağlı “hainler” karşısında amansız bir mücadele ve sınav veriyor, Allah sonumuzu hayra tebdil etsin…

Sevr” kalıntıları ihanetlerini hala sürdürüyor…

İnancım odur ki düşmanın ekmeğine yağ süren hainler, onursuzluklarıyla baş başa kalacak tarih; bu alçaklığı harfi harfine yazacaktır!

İnanıyorum ki bu arıza çok sürmeyecek, en kısa zamanda son bulacak, düşmanın hevesi kursağında kalacaktır.

Zira bu millet çok badirelerden geçmiştir, bunlarda geçecektir inşaAllah!

Allah’ım; bu topluma “Millet” olma şuurunu yeniden nasip etsin!..

Zira adalet, eşitlik, sevgi ve merhamet duygusuna insanlık hasret kalmıştır…

Ey İslam Milleti,

Bu şartlar içinde Türkiye ve Müslüman Dünya Kurban Bayramına hazırlanıyor! Türkiye ve Dünya Müslümanları garip/gurebaya ve insanlığa “Gurban” olmaya çalışacak…

Lakin gördüğüm o ki, alışılmışın dışında bir şey yapılmayacaktır!

Hacc Suresi 37 Ayetinde şöyle buyuruluyor:

“Onların (kurbanların) etleri ve kanları Allah’a ulaşmaz….”

Peki, Allah’a ulaşacak olan nedir? “

Birbirimize karşı yaptığımız iyilik, güzellik, doğruluk ve dürüstlüğümüzdür

“ Bana sorarsanız bu ilkelerin bayramını yapmalıyız!

Yukarıdaki ayet ışığı altında Kurban bahsine memur makam, Diyanet İşleri Başkanlığıdır. Zira ona bağlı binlerce cami, camilerde binlerce imam/vaiz ve müftü var…

Tuhaftır ki, bu konuda bu güne kadar yaptıkları fazla bir şey yok. Yapılan şeyler kurban kesmenin faziletini anlatmak, İbrahim’in İsmail’i kesmesi olayını tekrar etmek, Haccı organize vs.

DİB, görevi bunlar olmamalıdır…

Bana göre DİB’lığının dünyada hüküm süren inançlar karşısında İslam’ı koruyup kollamak, yeni içtihatlar yapmak, Müslümanları cemaat ve tarikatların elinden kurtarmak, din ve Allah üzerinden gelir sağlayanlara engel olmak, vs. Olmalıdır…

Topluma müptela olmuş “suç, uyuşturucu, fuhuş, hırsızlık, haksızlık ” olaylarının azalmasına en azından katkı vermelidir. Gençliğin “Deizme, Ateizme, Narsizme” kayması engellemelidir.

DİB’lığı topluma müptela olmuş bu yanlışlıkları düzeltmek için “yeni bir zihniyete, yeni bir düşünceye” ihtiyacı vardır! Bunları yapacak bir mevzuatı yoksa derhal mevzuatını yenilemelidir…

Görülüyor ki bir yerlerde kablolar yanlış bağlanmış, sürekli olarak şartel atmaktadır. Bu kabloları söküp doğru bağlama işi, DİB’lığına aittir.

Eğer zamanımızı saran kötülüklerin yok olması isteniyorsa, önce mer’i düzenden nemalananlar kötülüklerden uzak durmalı, güzel ahlakla bezenmelidir. Sonra günleri, geceleri ve gönülleri ilim ve irfanla aydınlık içinde olmalıdır!

Bu cesur atılımları yapacak olan bu namuslu, aydın, münevver, sözünden ziyade özü doğru olanlara; ekmek, su ve hava kadar bu Milletin ve insanlığın ihtiyacı vardır…

Kur’an’da kurban ile ilgili ayetler hep Hacc ile ilgili yerlerde gelmiştir.  Bu durumda Hacc üzerinde yeniden düşünmeliyiz…

Şimdi asıl olan bize; küslerin barıştığı bayramlar lazım… Karşılıksız yardımlar, alabildiğine coşkulu gülen yüzlü insanlar lazım… Kalplere sevinç ve dostluk bırakan bayramlar lazım

Yoksul insanların çevre baskısında kalarak, “ben kendime kurban kesemedi dedirtmem” diyerek taksitle kurban kesmiş olması bir eziyettir. Kimsenin kimseye böyle bir eziyeti yaşatmaya hakkı yoktur!

Hacc, Müslümanların yılda bir kere yaptıkları büyük toplantının adıdır. (İslam şurası)… Müslümanlar bu birliğe ve buluşmaya “bayram” demiştir. Burada yiyip içilmek için kurban kesilmelidir. Hacca gitmeyenlerin kurban kesmesi “dini bir vecibe” değil.

Bakara Suresi 219 Ayetinde şöyle buyuruluyor:

“Eğer yoksulla yakınlaşmak isteniyorsa, kendi zaruri ihtiyaçlarınızın dışında kalan kısmı paylaşın.”

O zaman Müslümanların bu paylaşması onların bayramı olur…

Geçmişe bir not düşelim:

Bir nidacı “Hayyelessalah” deyince Ashap kendisinin salata, (yardımlaşmaya, dayanışmaya) çağrıldığını anlardı. Sesi duyan herkes temizlenir, abdest alır ve salat için toplanırdı. Yani çalışıp ürettiklerini, bunlarında ihtiyaç fazlası olan mallarını beraberinde getirir, orada dağıtırlardı.

Nitekim Allah Resulü bayramlarda böyle yapmıştır. Resulullah, Bayram namazından sonra, kendi evinden ve ailesinden önce, Ashabıyla bayramlaşmış, birlikte kahvaltı yapmıştır.

Kurban kültürü Sümer, Babil, Asurlardan Araplara geçmiş, İslam Dinide bu kültürü değiştirerek sürdürmüştür.

Demek ki paylaşmak, insanlığın en kadim değeridir. Zamanla bu değer insanlar için bir sorun olmuştur. Dünyada vuku bulan ne kadar sorun çıkmışsa hepsi paylaşmamaktan çıkmıştır.

Kur’an’ın Hacc için Müslümana söylediği asıl mesele şudur:

Birbirinize iyilik edin, birbirinize adaletle davranın, birbirinizi ezmeyin, kimseyi sömürmeyin, kul hakkı yemeyin, iyiliğinize, doğruluğunuza, dürüstlüğünüze, kardeşliğinize halel getirmeyin, duygunuza, merhametinize, sevginize, Karz-ı haseninize, salâtınıza, zekâtınıza, ihtiyaç fazlasını vermenize, isâr’ınıza, yoksulları gözetmenize, zayıfın elinden tutmanıza, düşeni yerden kaldırmanıza bakın!

İslam; bencilliğe gem vuran bir dindir. Allah’a güven duyan Müslümana Allah, ummadığı yerden ona bir kapılar açar…

Allah’ın garibi” demek, Allah’ın ona yakın olması demektir! Yani garibin vasisi, hamisi Allah ve onun elçisidir!

Şura Suresi 23 Ayetinde şöyle buyuruluyor:

Allah’ın inanıp güvenen ve iyi işler yapan kullarını sevindireceği şey işte budur. De ki “Sizden bir karşılık beklemiyorum. Benim beklediğim şey, Allah’a daha çok yaklaştıracak şeylere ilgi duymanızdır.” Kim güzel bir iş yaparsa ona güzellik ekleriz. Çünkü Allah çok bağışlar ve üzerine düşeni eksiksiz yapar.

Bu sebepledir ki bayramda yetim yurtlarına gidilir, Darul-acezeler ziyaret edilir, kimsesizlerin kapısı çalınır, garipler sevindirilir, bayramda uzaktakiler yakınlaşır, küskünler barışır, ev ev dolaşılır, yakınlaşma ve kaynaşmalar olur…

Bayramda asıl yapılması gerekenler bunlardır.

Fakat insanlar; adı “yakınlaşma” olan bayramda birbirinden uzaklaşıyor, sahillerde, tatillerde soluğu alıyor.

Herkese “kurban kes” emrinin verildiği söylenen “Kevser Suresinin” kurban kesmekle bir alakası yoktur.

Niçin Yoktur?

Çünkü Kevser Suresi, Mekki bir suredir.

Biz sana Kevser’i verdik. Şu halde destek iste; yardımlaşma/dayanışma içinde ol (salât et) ve güçlüklere göğüs ger; diren (nahr yap). Asıl sana kin besleyendir kökü kuruyacak olan

Çoğu kere “kurban kesmek” diye yorumlanan “Nahr” yapmak hayvan kesmek değil; hayvanın kesilirken göğsünü ileri atması gibi güçlüklere göğüs germek, baskılara karşı direnmek demektir. Yani burada ey Nebi zorluklara karşı sabret denilir. Çünkü o dönemde Rasulullah yoğun baskı altındadır. Adeta o dönemde kendisi kesilmek, yok edilmek istenmektedir.

Bu sebeple Resulullahın bu arada Kurban kesmesi düşünülemezdi.

Zaten İslam’da kan akıtılarak günahların affedilmesi ve ya ibadet edilmesi gibi bir anlayış yoktur.

Hacca gitmeyenlerin kurban yerine bedelini bizzat bir garibana vermesi daha evladır. Bayramda herkes bir gariban ile tanışmalı ve bir daha onu bırakmamalıdır.

Bir yerde yanlış yapılıyor ama nerede?

Bence yanlışlık din anlayışındadır…

Nusukları dinin esası kabul edip bunların bizzat yerine getirilmesi, İslam’ın tam olarak yaşanması olarak anlaşılması, bir yanlıştır. Ritüllerin hiçbiri dinin direği değildir. Bunlar ibadete giriştir. İbadet hayatın içinde olan şeydir. Asıl ibadet, bundan sonra yapılanlardır.

Yani adalet, eşitlik, doğruluk, dürüstlük, kardeşlik, paylaşmak, bölüşmek, zulme karşı direnmek, hakkı savunmak, yalan söylememek, iffetli yaşamak, doğru ölçüp tartmak, kimseyi aldatmamak, sömürmemek, herkesin emeğinin hakkını vermek, biriktirmemek, Allah’a güvenmek… Vs.

İşte; Haccın ve Kurban Bayramının bende ki görüntüsü budur…

Mahmut AKYOL

 

 

 

“MİLLETİMİZ TARİHİNİN EN KARANLIK GÜNÜNÜ YAŞIYOR” VE BİR ANALİZ…

logo5

“MİLLETİMİZ TARİHİNİN EN KARANLIK GÜNÜNÜ YAŞIYOR” VE BİR ANALİZ…

İnsanlar her zaman olduğu gibi dilini törpülemeden birbirine saldırıyor… Küfretmeyi “siyaset” zannedenler, kuduz köpekler gibi ısıracak yer arıyor…

Ülkemizin içinde bulunduğu zamanı ve olayları anlamak için derim ki:

Ey Fani,

Kısır çekişmelerin içine düşme! Büyük resmi görmeye çalış! Göreceksiniz ki birçok düşünceniz değişecektir!”

Yarım asır önce yaptığım konferans ve katıldığım mitinglerde söze şöyle başlardık:

Milletimiz, tarihinin en karanlık günlerini yaşıyor!..”

Bu söz fanteziden söylenmiş bir söz değildir. Gerçekten Milletimiz ve ülkemiz tarihinin en kırılgan dönemlerini yaşıyor!

Her düşünür çağını okuduğu zaman ağzından bundan başka söz çıkmaz. Yani her düşünür, sosyolog ve siyasetçi karşısında bu sözleri bulur ve ona çareler bulur.

Sosyolojik açıdan topluma bakıyorum. Kimse kimseyle konuşmuyor… Dindar tipler de, eyyamcı tipler de aynı… Herkeste bir güvensizlik virüsü var…

Lakin para konusu öyle değil, adam hem ahirete inanıyor hem de sanki bin yıl yaşayacakmış gibi dünya hayatına yatırım yapıyor. Biriktiriyor, acayip bir hırs, parayı çok seviyor…

Kimse mütevazı yaşamak istemiyor, kimse kimseyle bölüşmüyor…

Herkes David Rockefeller, Rothschild ve Bill Gates gibi dünyanın bir zengini, (paranın efendisi) olmak istiyor…

İşte bu sebepledir ki insanlık; tarihin en karanlık günlerini yaşıyor ve kim bilir yaşamaya da devam edecektir!..

Fakat kimse trilyon dolarları yöneten Yahudilerin azdığını, sapkınlığa düştüğünü, Musa’yı terk etmiş olduğunu anlamak istemiyor…

Son iki yüz küsur yıldan beri dünyanın iyi niyetli insanları Yahudi Zihniyetiyle zehirlendi…

Türkiye’ nin Kapitalizmle en güçlü şekilde tanıştığı zaman 1950,li yıllardır.

Bu tarihte ABD, Türkiye’ ye “Komünizmle Mücadele Derneklerini” kurdu ve finanse etti… “Memleket komünizm tehlikesi altında, ezan susacak, camiler ahır olacak, kadınlar ulu orta yerde kalacak korkusu pompaladılar”…

Devamında da Menderes’i iktidar ettiler.

Menderes iktidar olur olmaz ülke “Marshall” yardımıyla, Memleket çocukları ilk defa çarığı bıraktı, Cızlavet lastikle tanıştı. Millet asfalt yolları,  fabrika bacalarını, ülkenin her yerinde camileri gördü, ezan aslına yeniden döndürüldü ve okundu. İmam-Hatip Okulları açıldı.

Fakat kimse bunun bedelinin ne olduğunu ne bildi ve ne de sordu.

ABD’den gelen borçlar katlanarak büyüdü, borç borçla ödenmeye başlandı. Yabancı sermaye geldikçe, bakir topraklarımız talana başlandı. Osmanlı’ ya dayatılan kapitülasyonlara benzer talepler peş peşe sıralandı.

Halk psikolojisinin çocuk psikolojisinin altında olduğunu çok iyi bilen güçler, insanların diline attıkları basit birkaç söz üzerinden hemen darbe yaptılar. Darbe sonunda da düzmece isnatlarla Menderes idam edildi.

Kıbrıs Barış Harekâtı sonrasında ülkeye uygulanan ambargo, halkı canından bezdirmişti. İnsanlarımız, yağ/tuz bulamaz oldu,  halk, karaborsacıların insafına terk edildi.

Yerli sanayi ve küçük işletmeler birer ikişer iflas etmeye başladı. Devlet Zihniyeti, işletmeleri zarar ediyor gerekçesiyle önce kapattı, sonra da özelleştirme adı altında ucuz fiyatlarla yabancı şirketlere sattı.

Serbest piyasa ekonomisine geçmekten, ithal edilen mallara gümrük muafiyeti getirmekten ve ihracatımıza kota koyulmasına razı olmaktan başka bir seçenek kalmadı.

Bu ortamı oluşturabilmek için binlerce gencimizin kanı döküldü.

Provokatörler devreye girdi, halk, sağcı/solcu diye ikiye bölündü, Sokak çatışmalarında her gün onlarca kişi ölmeye başladı.

İhtilal için ortam olgunlaşınca Millet; 1980 Darbesiyle karşılaştı.

Askeri Darbe Hükumeti yönetimi Turgut Özal’a bırakıldı. Özal, Küresel Sermaye’ye ülkenin kapılarını açtı. Yabancı şirketler, bakir piyasamıza aç kurtlar gibi saldırdı.

Aslında bu oyun az gelişmiş bütün ülkelerde oynanıyordu. Alınan borçlar, dokunulmadan borçları kapamak için kullanılıyor fakat alınan yüksek faizli krediler bir türlü kapanmıyordu.

Millet çalışıyor, tefeciler kazanıyor, ticaret ahlakından yoksun olanlar, hayali ihracat yapıyor, kolay şekilde servet yapmak için devlet bankaları soyuluyordu.

Gündeme hemen ailesi, yakın çevresi, etrafındaki prens ve prensesleri ortaya çıkarıldı. Özal dayanamadı, küresel sermayenin isteklerini cevapsız bıraktığı andan itibaren, iktidara veda etti.

Eşref Bitlis, Uğur Mumcu yanı sıra Özal “Kürt” meselesini gündeme taşınacaktı, olmadı…

Kürt Meselesine sahip çıkacak bir örgüt, Kuzey Irak’ ta “Çekiç Güç” marifetiyle zaten oluşturulmuştu. Bu örgütle uğraşmak ülke ekonomisine büyük zararlar verdi ve halen de vermeye devam ediyor. (Fetö’yü burada uzun uzun anlatmak lazım…)

Ülkemizde oynanan oyun ve ihanetin resmine büyük açıdan bakmadıkça görmek mümkün değildir!..

Bir kere “Arz’ı- Mev’ut” un ne olduğu bilmeden, dünyayı yıkıp dökmenin sebebi anlaşılmadan insanlık, rahat bir nefes alamayacaktır.

Trilyon dolarları yöneten Yahudi İmparatorluğu etki altında tuttuğu para, medya, sinema vs. Kaynaklar yok edilmeden Müslümanlar bir araya gelemeyecektir.

Aşağıda Millî İstihbarat Teşkilatı’nın (MİT) atası olan “Teşkilât-ı Mahsusa” nın son Başkanı Hüsamettin Ertürk, ele geçirdiği Siyonistlerin Protokollerinden alıntılar göreceksiniz.

Dünya’ya hâkim olmak isteyen Siyonistlerin bu ihanet planları ne kadar manidardır:

  • Genç nesilleri mugayir-i ahlak telkinlerle bozmalı,
  • Aile hayatını yıkmalı,
  • İnsanlara, aşağı sınıflarla tahakküm etmeli,
  • Sanatı zayıflatmak, edebiyatı müstehcen ve şehevi bir hale sokmalı,
  • Mukaddesata hürmeti yıkmalı, hürmetle anılan kimseler hakkında rezilane vak’alar uydurmalı,
  • Hudutsuz bir lüks, baş döndürücü modalar icat etmeli, çılgınca sarfiyatı teşvik eylemeli,
  • Kalabalıkların vakitleri, eğlenceler, oyunlarla oyalanmalı, herkes düşünmekten alıkonmalı,
  • Müfrit nazariyelerle fikirler zehirlenmeli, gürültü ve kargaşalıklar yaratılmalı, içtimai sınıflar arasına kin ve itimatsızlık sokulmalı,
  • Aristokratlara müthiş vergiler koyarak onları bunaltmalı, aralarına kin ve itimatsızlıklar saçmalı,
  • Mal sahipleriyle işçilerin arasını bozmalı, grevler, sabotajlar tertip ettirmeli,
  • Yüksek tabakanın manevi kuvvetini her çareye başvurarak kırmalı,
  • Sanayiin ziraatı ezmesine imkân vermeli, böylece köylü sınıfını ortadan kaldırmalı,
  • Saçma nazariyeleri ortaya atarak halkı gayri kabil-i tatbik fikirlerle dolambaçlı yollara sevk etmeli,
  • Hayat pahalılığını körüklemeli, ücretleri arttırmalı,
  • Beynelmilel meseleler ihdas ederek milletler arasına kin ve nefret tohumları serpmeli,
  • Milletlerin mukadderatını tahsil ve terbiyeden mahrum kimselerin ellerine tevdi ettirmeli,
  • Bütün hükumet şekillerini değiştirmeli, birçok sırları ifşa etmeli,
  • Meşru hükumet tarzlarından mutlak bir istibdada gitmeli,
  • Siyasi, iktisadi buhranlar yaratmalı, servetleri mahvetmeli,
  • Mali istikrarı bozmalı, iktisadi krizleri çoğaltmalı, spekülasyonlara, enflasyonlara yol açmalı, altını mahdud ellerde toplamalı, muazzam sermayeleri felce uğratmalı,
  • Hükumetlerin ölümlerini hazırlamalı: İnsaniyeti elem, ıstırap ve yoksulluk içine atmalı…

1892 den beri Dünya ve Türkiye bu zihniyetle mücadele halindedir. Burada masum dünya ve Müslüman Türk Milleti çok değerini kaybetmiştir.

Hâlbuki milletler “eman” içinde yaşamış olsaydı, yeryüzü bugünkü nüfusun on katını besleyecek bir potansiyele sahip olurdu.

Fakat “kin, hırs ve haset” duyguları insanların adalet ve eşitlik içinde yaşamalarına engel olmuştur.

Ey Fani,

  • Farklı çizgilerde yürümüş olsak bile, bir birimimizi anlamak zorundayız. Yoksa 814.578 km² toprağa sığmayanlar, gün gelir küçük bir hücreye sıkışabilirler.
  • Aynı vatan toprakları üzerinde yaşıyor ve aynı toprağın kaderini paylaşıyoruz. Bundan dolayı ben, hiç kimseyle aramızda bir fark görmüyorum.
  • Eğer evrensel değerlerin yanında olursak, adaletten, zulme başkaldırmadan yana durursak, açlıktan söz eder, ekmeğini çalana birlikte kılıç çekersek, farklılıklarımız, kendiliğinden ortadan kalkacaktır.
  • Eğer bu söylediklerim hala anlaşılmıyorsa, o vakit insanın gözü kör, kulağı sağır ve vicdanı kapalı demektir.
  • Farklı değerlerimizle Muktedir olsak bile bu bize zulüm yapma hakkı vermez!
  • Bakın Hz. Ali’nin iktidar anlayışıyla, Muaviye’nin siyasi anlayışı farklıydı. Muaviye’nin bu farklı anlayışı, sonunda İslam Ümmetini param parça etti. O gün bugündür parçalanma durmuş değildir.
  • Son zamanlarda ülkemizde meydana gelen olayların fitili, objektif olmak gerekirse dışarıdan tutuşturulmaktadır.
  • Eğer siz, Türkiye de olup bitenlerin arkasında Amerika’yı, Neoconları, İsrail, Rus, Alman ve İran istihbaratlarını göremiyorsanız, o zaman siz bu topraklarda bedavadan yaşıyorsunuz demektir.
  • Ben derim ki, bu topraklar üzerinde yaşayan kesimler kader birliği yapmak zorundadır.
  • Aramızda oluşmuş olan siyasi, dini, mezhebi farklılıkların, derinleşmeden “dur” demeliyiz.
  • Toplumu manen yaşatan ahlaki değerlerin çürümesine fırsat vermemeliyiz.

Mahmut AKYOL

 

 

TEVHİDİN, ADALETİN, ÖZGÜRLÜK VE EVRENSEL BARIŞ YURDUNUN ANITI; “KÂBE” 

logo5

TEVHİDİN, ADALETİN, ÖZGÜRLÜK VE EVRENSEL BARIŞ YURDUNUN ANITI; “KÂBE” 

Bu günlerde Kâbe sessizliğe büründü, insanlığın yasını tutuyor… Çünkü Kâbe, Müslümanlığın değil, insanlığın merkezidir.

Bir dine değil bütün insanlığa aittir. Kâbe’nin bulunduğu Mekke bu nedenle bir anlamda Evrensel Barış ve Adalet Yurdu’nun adı, anıtı ve kalbidir. 

Bu anıtın varlığı korundukça, yolunu şaşırmış insanlığa yol göstermeye devam edecektir. İnsanlık varoluş gayesini hatırladıkça, titreyip kendine gelecektir.

Ramazan Ayı ve Bayramı bu yıl buruk geçti.

Acaba bu Kurban Bayramı da öyle mi geçecek? 

Yoksa yine “Hacer-ül Esved” taşının başı itiş kakış mı olacak? 

Yoksa birilerinin ölümüne Minede Şeytan taşlanacak mı?

Yoksa Milyonlarca hacı adayı Arafat’ta toplanabilecek mi?

Ey inananlar! 

Kâbe’ye gitmek parayla değil, bilinçle olur! Kâbe’ye gitmek tevhide, adalete, eşitliğe, özgürlüğe imanla olur!

Bu ne demektir? 

Açıklamaya çalışalım: 

  1. Kâbe’nin bulunduğu yer, insan soyunun ilk ortaya çıktığı yerdir. Tarihte ilk çekirdek aile, Kâbe’de veya civarında görünmeye başlar ve yeryüzüne dağılır. 

Bu sebeple her yıl Hacc mevsiminde insanlık köküne dönmeye çağırılır. Bu bir bakıma sılayı rahimdir. İşte bu toplanmanın verdiği sevinç, bayramdır. 

Soy, ırk, kavim, kariyer, konfor, zenginlik, fakirlik farkı ortadan kalkar, herkes eşit ve kardeş olur. 

  1. Her yıl hac mevsiminde insanlar atalarının yeryüzünde ki, bu ilk göründükleri yerde toplanır. Aralarında sonradan oluşmuş “her tür statü, ırk, cinsiyet, dil ve sahte din” ayrılıkları bir kenara bırakarak beyaz kefenlere bürünür. 

İnsan ilk doğal haline döner. Tam bir eşitlik içinde insanlık gösterisi yapılır. 

Şimdilerde bırakın Müslümanı, tüm insanlık kıyamet provasından geçiyor! 

  1. Evrende maddî bir merkez yoktur. Kâinat Allah’ın yed-i kudreti (kozmik gücü) ile ayakta durur. Allah’ın kozmik gücü evrenin potansiyel yapısında gizlidir. 

Bu anlamda Allah yerlerin ve göklerin nuru, enerjisi, ruhu ve canlılığıdır. 

Bütün evren Allah’ın sınırsız ve boyutsuz bu gücü etrafında döner. İnsanın Kâbe etrafında dönmesi (tavaf), bu kozmolojik döngüye sosyolojik bir katılımdır. Burada insan evrenin sahibi değil, mensubu olur. 

Zaten tavaf bir semboldür. Tevhidi dünya görüşünün muazzam bir mesajıdır. 

İşte bunun idrakinde olmak bayramdır.

  1. Kâbe, Kuran’da geçtiği gibi, aynı zamanda, Allah’ın sembolik evidir. Aynı zamanda burası insanlar tarafından yapılmış en eski evdir. 

İnsanların ilk görüldüğü ve etrafında toplandığı bu yerde, Allah ile insanın ontolojik buluşmasının sembolize edilişidir. 

Yani Allah’ın bütün varlığa yayılan sevgi ve merhametini, kendi vicdanımızda bulup yakaladığımız bir anıdır. Allah ile ruhen buluşma anıdır. 

Burada insan, Allah ile kozmik bir yolculuk halinde olur. İnsan burada metafizik bir gerilim yaşar. 

İşte bu gerilim içinde buluşan insan, bayram yapmış olur. 

Özetle denilebilir ki: 

Hacc ile her yıl Âdem’in çocukları, sılayı rahme çağrılır. Her yıl Âdem’in çocuklarına kıyamet provası yaptırılır. Her yıl Âdem’in çocukları, tevhit eğitimine tabi tutulur. Her yıl Âdem’in çocukları muazzam bir metafizik gerilime sokulur. Her yıl Âdemin çocukları Allah ile buluşmada zirve yaşar. Bu zirvenin bir ömür boyu sürmesinin kodları bu gidiş/gelişte verilir. 

İşte bu Haccdır, nüsuktur ve bayramdır.

Bunun için, ümmetin tam bir şuur ve bilinç içinde hareket etmesi gerekir. 

Değilse hacc etmek, sadece hurma/zemzem ve Gayri/Müslimlerin ürettiği teknolojik ürünleri sırtlanıp ülkelere dönmek değildir. 

Din, bir yaşam biçimi, İbadet ise iş ve değer üretmektir. 

Eğer bu cümle hakkıyla kavranırsa, insanlığın sorunu kalmayacaktır!

Dinin yaşam biçimi demek, sayısı beşi/altıyı geçmeyen Ritüelden ibaret değildir. Eğer dini hayat bu şekilde anlaşılırsa, dinin hem yaşam alanı daralır ve hem de din, din olmaktan çıkar.

Alanı daralan dinin içi, gereksiz bir sürü teferruatla dolmuş, din adeta hayattan koparılmış olur.

Şimdi bize düşen, doğduğu topraklara gömülmüş olan dini yeniden diriltmek ve inşa etmektir.

Din öksüze vermek, yoksulu doyurmaktır. Hacca gidilsin gidilmesin herkes için farzdır. 

Din, Zengin/yoksul arasındaki uçurumu kaldırmaktır.

Dinin esası, Kur’an’da Neml Suresi 12. Ayet ’de ifade edilmiştir. Hz. Peygamberin yaptığı yorum (Razi, Kurtubi, İbn Kesir) de nakledilir. 

Dinin gerekleri “Mühimi” olan Ritüellerle, esasları “Ehemi” olan “Doğruluk, dürüstlük, kardeşlik, paylaşım, bölüşüm, zulme karşı direnme, hakkı savunma, yalan söylememe, iffetli yaşama, doğru ölçüp tartma, aldatmama, sömürmeme, emeğin hakkını verme, güven vs.” şeyleri karıştırmamak lazımdır… 

Ehemi bırakıp, mühime yönelmek, dini ters çevirmektir.

Kurban Hacc ile sınırlı bir davranıştır. Bu görüşe göre hacca gitmeyenlerin kurban kesmesine gerek yoktur. İslam’da kan akıtılarak günahların affedilmesi gibi bir anlayış bulunmamaktadır.

Kurban keserken Allah isminin anılması çok eski bir kültürdür. Beş bin yılların ötesine gider. Zamanla Kâbe’de yerleşik bir kültür olmuştur. Kâbe’ye getirilen canlı hayvanların Allah’a adanması İslam öncesinde de vardır.

Allah’ın malı, kamunun malıdır. 

Yani o zamanlar yoksullara verilecek mallar, diyelim ki iki deve Kâbe’ye getirilip bağlanır, bunu Allah’a adadım denirdi. Yoksullar da o iki deveyi ihtiyacına göre alır, bu şekilde sosyal denge sağlanmaya çalışılırdı.

Hidayete ermek, vermekle olur. 

Yani hidayete eren kişi hediye eden kişidir. Bu yüzden insanlık bugün vermediği için hidayetten uzaktır! 

Bugün vererek muhtacı sevindirmek lazımdır. Çünkü İslam paylaşım dinidir. Vermek ve paylaşmak inşa edilmesi gereken dinin yeni yüzüdür.

Mensup olduğumuz dinin ehemi, “Komşusu açken, tok yatan bizden değildir.” 

İnsanlığın kıyameti bu noktadan çıksa yeridir.

Ülkemizde ve dünyada yaşanılan olaylara bakın, hepsinin altında; “bir lokma ekmek kazanma çabası” vardır.

SONUÇ:

Eğer bugün insanlığın katli görmezden gelinirse, evsiz, yurtsuz, aç ve perişan olmalarına seyirci kalınırsa, hiçbir gücünüz Allah yanında hiçbir kıymet ifade etmeyecektir… 

Yaşadığı toprağı bölmeye, düşmana satmaya ve ihanete yeltenmeye sebep hep açlık ve açgözlülüktür. 

Bu olay tarih boyu hep olmuş ve olmaya da devam edecektir!

Allah’ın bahşettiği toprakların bedelini bu millet, fazlasıyla ödemiştir.  

Bu toprakları bizlere vatan yapan orta akıl,  ortak tarih ve ortak kaderdir. 

Bu topraklar üzerinde bu millet lokmasını fazlasıyla bölüşmüştür. 

Şurası bir gerçektir ki din, vicdanlarda zayıfladıkça paylaşım azalmıştır. 

Korkarım ki; gelecek çok daha sıkıntılı geçecektir!

Bu topraklar üzerinde korkakların yaşama hakkı da, şansı da yoktur!  

Devlet yönetmek; kendi işini unutup halkın yanında olmakla olur. Açgözlü ve bencil yöneticiler, halktan önce kendilerini düşünür, böylece huzursuzluğun ve kıyametin fitilini ateşlerler.

Bugün bin bir zahmet çekilerek kazanılan hürriyet ortamının kıymetini anlayabilmek için, çok akıllı olmaya gerek yoktur. Başını kaldırıp etrafa bakmak kâfidir.

Evini, ocağını, ülkesini, toprağını kaybedenlerin gözlerinden yaş yerine kan döktüklerini, görmek için sadece kör olmamak yeterlidir.

Uzak/yakın gelecekte dünya, ”su, enerji ve uzay savaşlarına” gebedir. Zaten dünya, “Eroin/Silah/Para ve kadın” tuzağına batmıştır. 

Eğer Müslümanlar, insanlığın ve dinin evrensel değerleriyle hayata baksalardı, yeryüzündeki insanların çok büyük bir kısmı Müslüman olurdu! 

Eğer dinin “Mühimi, “Eheme” karıştırılmasaydı, Müslüman dünya bugünden çok daha iyi olur ve kedine bakan insanlık Müslüman olmakta tereddüt etmezdi!    

Mahmut AKYOL

KUR’AN’I DUYARAK, ANLAYARAK, GEREKLERİNİ YERİNE GETİREREK OKUMAK

logo5

KUR’AN’I DUYARAK, ANLAYARAK, GEREKLERİNİ YERİNE GETİREREK OKUMAK

Allah’ın kitabının değişik isimleri vardır.

Bazıları şunlardır:

Furkan (ayıran), Zikr (hatırlatan), Tenzil (indirilen), Hikmet (bilgelik kaynağı), Şifa (tedavi eden), Huda (doğru yolda yürüten), Sırat-ı müstakim (doğruluk/dürüstlük), Habl (yol/ip),

Rahmet (sevgi/ merhamet kaynağı), Ruh (canlılık/soluk/nefes/gerçek yaşam), Beyan (açıklama), Besair (vicdanın sesi), Fasl (ayıran/karıştırmayan),

Necm (parça parça inen), Nimet (iyilik/lütuf), Burhan (kanıt/delil), Gayyum (hayatın içinden gelen), Müheymin (sapasağlam güvenli sığınak),

Nur (aydınlatan), Hakk (gerçeğin ta kendisi), Aziz (güçlü/yüce), Kerim (cömert), Azim (büyük/kalıcı/sürekli), Mübarek (çağlar boyu yankılanacak olan)

Bu isimler, Kur’an’ın vermek istediği bütün mesajları özetler.

Bir devletin ismi insanlar tarafından konulur. Fakat Kur’an’ın ismi bizzat Cenab-ı Allah tarafından konulmuştur.

Bu çok şerefli bir Kur’an’dır.” (Vakıa/77)

Cenab-ı Allah Kur’an-ı Kerim’inde Peygamberine şöyle der:

Oku, çünkü Rabbin Sonsuz Kerem Sahibidir,” (Alak Suresi 3. Ayet)

Sözüyle ne anlatmak istiyor?

Ben, buradaki “oku” sözüyle, Peygamberin bir metni yüzünden okumasını istemiş olduğunu anlamıyorum.

Benim anladığım şu:

Ey Nebi, “Git insanları uyandır, onları Allah’ın mesajına çağır, İslam’ın mesajını insanlara taşı, sorumluluğu yüklen” şeklinde anlıyorum.

Oku! Senin Rabbin çok cömerttir, Ekrem’dir.” Sözü ile Cenabı Allah kendisini, kullarına ne kadar Kerim olduğunu (cömert) bildirir.

Denilmek istenir ki:

Ey insanlar! Benim size verdiğim gibi sizde cömert olun. O zaman sizler de üretir, meydana getirir, yapar, ürettiklerinizden ihtiyaç sahiplerine verir, paylaşır ve bölüşebilirsiniz.”

Görülüyor ki şerefli olmak Allah’ın kullarına bedavadan verdiği bir nimet değildir. Bunun bir karşılığı vardır. O da “cömert” olmaktan geçiyor.

Bu bakımdan Allah bize, Kur’an-ı okurken “Kerim” bir gözle okumamızı istiyor. Zira bütün peygamberler kendilerine verilen kitaplarını böyle okumuş, ümmetlerine de böyle okumalarını tavsiye etmişlerdir.

Bu sebeple cömertliği kendinden menkul elçiye:

Resul-i Ekrem”,

Onun yaşadığı şehre:

Mekke-i Mükerreme”,

Getirdiği kitaba da:

Kur’an-ı Kerim” denilmiştir.

Bu anlamda getirdiği din:

Doğruluk dinidir”.

Acaba, sadaka vermekle insan neyi doğrular?

Allah’ın verdiği nimetlerin ihtiyaçtan fazlasını muhtaç olanlara vermek suretiyle o insana “imanını” doğrular.

Bu konu üzerinde Kur’an çok hassastır. İnfak, sadaka ve Karz-ı Hasen yollarını kullanarak insan imanını doğrular. Kur’an’da böyle yapmayana “Münafık” denir.

Nifak, infak, münafık aynı kökten gelir. Sizce de enteresan değil mi?

Allah’a güzel bir borç vermek, Karz-ı Hasen yapmakla olur.

Kuran’ın Mekke’den itibaren kullandığı en esaslı kavramlardan biri Karz-ı Hasen’dir.

Karz, kredi demektir.

Karz-ı Hasen, görünmez bir güç olan Allah’a karşılıksız kredi açmak… Ne dehşet verici şey…

Şaşırtıcı diğer bir meselede, Nifakla infak konusu, Medine döneminde ortaya çıkmıştır. İnfak, Kur’an’ın dilinden düşürmediği sözlerin başında gelir. Mekke döneminde münafık yok iken, Medine döneminde mantar biter gibi biter.

Fakat Müslümanlar dini Religion din duygusu ve dindarlık olarak anladıkları için bu konulardan fersah fersah uzaktırlar!

O halde gelin bir öksüzün vicdanı üzerinden insanlığa gönderilen Kur’an’ı Kerimi hayatın içinden okumaya çalışalım.

Allah kendi kitabında kendisine “Hayy” ve “Kayyum” der. Yani Allah dipdiri, yaşamın kaynağı ve yarattıkları üzerinde titreyendir.

Hakikat şudur:

Evrenin yaşam kaynağı ve enerjisi Allah’ın sevgi ve merhametidir. Evren üzerinden bu sevgi ve merhametin bir an için kesilmesi, kıyametin kopması anlamına gelir.

Bu tespitten hareketle denilebilir ki, Müslümanlar Kur’an’ı hayatın içinde anlamalı ve kavranmalıdır. Yoksa Müslümanların dünya hayatı içinde ki, geri kalmış halleri kaçınılmaz olacaktır.

Bu geri kalmışlıklarını örtmek için, yanlış bir “kader” anlayışına sarılmak daha büyük bir yanlıştır.

Geri kalmak ve ya ilerlemek dünya ile ilgilidir. Bunlar akıl olmadan çözülmez. Kur’an’ı Kerimde birçok kere “akletmekten” bahsedilir. Fakat Müslümanlar, gerek Kur’an’a ve gerekse dünyaya bu pencereden bakmayı bir türlü beceremediler.

Demem o ki, Kur’an’ın ezberlemek, gürül gürül okumak, hatmetmek ve zikretmek ayakta kalmak için yeterli değildir!

Bizlerin yapacağı şunlar olmalıdır:

Allah’ın Resulü Kur’an’ı nasıl okuduysa, dünyayı nasıl gördüyse, bizlerde öyle okumalı ve görmeliyiz.

Fakat zamanla, sonradan gelenler mülke olan hırsları sebebiyle, bu uzun soluklu işi terk ettiler. Kolay yolu seçtiler. Kur’an’ı bir metin okumak olarak anladılar. Dünyayı kötülüğün kaynağı olarak anladılar.  Aklı da kerih gördüler.

Kaldı ki, dünya ahiretin tarlasıdır.

Eğer Allah’ın Resulü gibi bizler de Kur’an’ı okuyabilseydik:

Kur’an’ın özünün zulme, zalime, haksızlık ve adaletsizliğe karşı meydan okumak olduğunu anlardık!..

Çünkü Allah’ın Resulü Kur’an’ı Kerimi müşriklerin, zalimlerin, haksızların yüzüne adaleti haykırmak için okumuştur!

Bu okuma biçimi tabii ki, türlü engelleri beraberinde getirir. Böyle okumak isteyen birisi büyük bedeller ödemek zorunda kalır. İnsanı yerinden/yurdundan eder.

Bu okuma biçimi iman ister, yürek ister!..

Bu şekilde okumayan Müslümanları bir korku sardı. Müslümanlar, iyiden iyiye yeraltına kaydı. Tasavvufun kayığına bindiler sallanıp duruyorlar…

Halbuki Hz. Peygamber “Oku” emrini aldığında kitap okumak için kütüphane aramadı, kitap toplamadı, âlim geçinen insanların dizilerinin dibine oturmadı. O, Mekke’nin orta yerinde, Kâbe’nin yanı başında topladığı insanların üzerinden dünyaya seslendi. “Ben Peygamberim, Ben Abdullah’ın oğlu Muhammedim…” Dedi…

İşte Müslümanlar buradaki oku emrinin ne anlama geldiğini anlamakta zorlandılar.

Bu bakımdan diyebiliriz ki Kur anı anlamak, her şeyden önce Allah Resulünü anlamaktır. Allah Resulü Hira’dan Mekke sokaklarına indikten sonra, “Yeda Ebi Leheb” diyordu.  Bu da düzeni ayakta tutanları telaşa düşürdü, şok etti.

Zira bu, Mekke’ye egemen Kâbe çetesine karşı bir meydan okumaktı.

İşte Kuran, bu sürecin her aşamasının ilmik ilmik dokunmasının adıdır. O, “İvecen Gayyime” dir. (Yani Fildişi kulelerinde oturularak yazılmış ve okunmuş değil, hayatın içinden gelen ve hayatın içine seslenen bir kitaptır.

Onun için Kur’an’ı duyarak, anlayarak ve gereklerini yerine getirerek okumak gerekir.

Çünkü bu şekilde bir okuma yapılırsa, kölelerin boynuna takılan zincirlerin seslerini, diri diri gömülen kız çocuklarının feryatlarını, taş altına yatırılan Bilal’in iniltisini, Ali’nin kılıç şakırtılarını, Ebuzer’in Kâbe’yi inleten itiraz seslerini duyarsınız.

Eğer bunları duymuyorsanız; Kuran okumuyorsunuz demektir.

Dört elle sarıldığımızı zannettiğiniz Kur’an bize ve insanlığa acaba ne demek istiyor? Bundan yeterince haberdar olmadığımız anlaşılıyor.

Fakat “Teberrüken” de olsa  “Bu Kur’an bana ne diyor” diye düşünmek gerekmez mi?

Din, Kur’an ve Peygamber her hangi bir zihniyetin tekelinde tutulamayacak kadar büyüktür. Onlara kutsiyet yüklemek de doğru değildir.

Yaşayan Kuran, tüm sosyal sorunları çözmede insanlara yol gösterir. Ancak bu yol göstermek, sadece nazmı celilin yaprağına bakmak, sevap kazanmak maksadıyla yüze göze sürmek,  bir ölünün toprağına üflemek şeklinde olmamalıdır.

İslam Dini’nin en temel kaynağı Kur’an’ı Kerim, diğer en temel referans kaynağı Hz. Peygamberdir.

Bu kaynaklara ulaşan insanoğlu, sorunlarını ve evrensel ilişkilerini adalet, eşitlik, sevgi ve merhamet içinde çözebilir.

Bu sebeple, Kur’an’ın her devirde anlaşılması ve her devirde yorumlanması gerekir…

Mahmut AKYOL

ALLAH; “LEHU’L-MÜLK”LE KUR’AN’IN HER SAYFASINI ADETA DAMGALAMIŞTIR.

logo5

ALLAH; “LEHU’L-MÜLK”LE KUR’AN’IN HER SAYFASINI ADETA DAMGALAMIŞTIR.

Şimdi sizler, Ey Müslümanlar!

  • Her sayfası soğuk bir mühürle damgalanan Kur’an’a yönelin…

Eğer İslamiyet’e ve onun kaynaklarına adil bir gözle bakarsanız; dünyayı bugünden çok farklı görürsünüz.

İslam’a vicdanınızdan bakarsanız İbrahim’in, Musa’nın, İsa’nın ve Muhammed’in davetini ve “mülkiyete” baktıkları yeri sizde görürsünüz.  Saniyen onların baktıklarının içinde kendinizi bulursunuz.

Mülk, sahip olmak demektir. Melek, melekût, mülkiyet hep bu kökten gelir.

Kur’an, “Mülk Allah’ındır”. Yani Sahip olunacak ne varsa, yerde ve göklerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Siz hiçbir şeyin sahibi değilsiniz. Sahip olduğunuz yegâne şey “emeğinizdir” diyor.

Âdem kıssasında; “Şeytanın dürtüsünün şecere-i huld ve mülk-i la yeblâ” olduğu söyleniyor. Şecere-i huld; bir şeyi son sınırına kadar toplamak, mülk-i la yeblâ da yıkılmayacak bir servet ve iktidar sahibi olmak oluyor.

Kur’an, insanı aldatan şeyin aslı-esasının bundan ibaret olduğunu söylüyor. Yani “son sınırına kadar toplamak” ve “yıkılmayacak bir servet ve iktidar sahibi olmak”!!!

Şeytan, bunu dört yönden girerek yapıyor. Sağdan (siyaset/iktidar), soldan (servet), önden (şehvet), arkadan (şöhret).

Bunlar; insanın haz ve güç kaynaklarıdır ve aldatıcıdır. Mülk, dünya hayatının geçici metaıdır.

Kıssalar, tabiat tasvirleri, cehennem tehditleri, cennet müjdeleri hep Mülkle alakalıdır.

Eğer insanlar hayata ve dine baktıkları yerlerini değiştirirlerse; yeryüzünün kurulmuş düzeninin insan kibri, hırsı, hasedi ve haksızlıkları sonucu bozulduğu görülecektir.

Muhafazakâr dini anlayış sahipleri dine üç kategoriden bakmışlardır. Bunları tafsilatlandırmak şimdilik konumuzun dışında, lakin “ibadet” kavramının günümüzün diliyle anlaşılması lazım..

İnsan iradi bir yol çizdikten itibaren sorumluluğu kendine ait davranışlarda bulunur.

Davranış fiil, iş ve oluş demektir.

Allah kullarına vakti, şekli ve zamanı belli “nusuklar” bildirmiştir ki, bunlar insanları “iyiliğe, doğruluğa ve güzelliğe” götürsün…

Biz deriz ki; eğer yapılan nusuklar inanları “iyiliğe, doğruluğa ve güzelliğe” götürmüyorsa, Ebucehilin, Ebulehebin ve Muğirenin yaptıklarından bir farkı kalmaz.

Bu bakımdan insanlar dünya cenneti (infak, zekât, tasadduk, hayr, karz-ı hasen, İsâr, namaz, orun, hacc, zekât ve cihat vs.) kavramlarla doldurmaları gerekir. Değilse hem dünya ve hem de ahiret cenneti insan için hüsran olur!

Sosyal İslam, kamu yararına olan düzen demektir. Şimdi güncel tartışmaların içine düşmeden Sosyal İslam meselelerini anlamaya çalışalım. İnfak, zekât, tasadduk, hayr, karz-ı hasen, İsâr, namaz, orun, hacc, zekât ve cihat üzerinde inceden inceye düşünelim:

Acaba Allah’ın buyurduklarına ne kadar yakınız? Yoksa yaptıklarımıza Allah’ın ihtiyacı olmadığı gibi, mülkünden de bir şey artırmayacaktır!!!

Din var olan durumlara bir protestodur, mazlumun içli feryadıdır, kalpsiz dünyanın kalbidir!

Dinin iki yüzü vardır:

  • Biri vicdani yüzü,
  • Diğeri de afyon yüzü,

Bütün dinler hatta ideolojiler hayatta böyle seyreder.

İnsanlar “zalimler ve mazlumlar” diye ikiye ayrılır. Kimin hakkı yeniyorsa, o mağdur olmuştur. Kim mazlum edilmişse onun ırkına, dinine, cinsiyetine bakılmaksızın zalime müdahale edilir.

2/193 Ayetinde Kur’an “Ancak zalimlere düşmanlık vardır” der.

Eğer bu anlayışla hareket edilirse Müslümanlar tekrar yedinci yüzyıldaki gibi tarihin önünde gider, dünya için umut olurlar. Dünya, cennet ve adalet yurduna döner.

İtiraz edilmesi gereken şey, sistemin kendisi, Sistemin devlet anlayışı, iktidar mantığıdır. Bunun Kemalistlerden Muhazafakarlara geçmesi bir anlam ifade etmez…

Adalet, eşitlik, emek ve özgürlük devletten de iktidardan da önce gelir. Zaten devlet ve iktidar dediğin bunlar için vardır. Bu kavramlarla çeliştiği an devlet ve iktidar meşruiyetini kaybeder.

Türkiye’de banka soyana hırsız deniyor da, banka kurana neden denmiyor? Şaşıyorum…

Bakara 279. ayette şöyle denir: “Faiz yiyenlere Allah ve Resulü’nün savaş açtığını bildirin.” ‘Bilin ki faiz yiyenler Allah ve Resülü’ne savaş açmış olurlar’ değil; ‘Allah ve Rusülü’nün onlara savaş açmış olduğunu bildirin…”

Durum bu iken faiz kurumları nasıl İslam dünyasında kol gezebiliyor? Onlarla nasıl uyuşulabiliyor? Faiz en büyük emek sömürüsü ve hırsızlığı değil mi?

Tefecilerin, emeği ile geçinenlerin ellerindeki servet ve parayı sömürmesidir. Bugün dünya ekenomisi dediğinizin temeli borç ve faiz üzerine kurulu…

Borç ve faiz sarmalında insanlar köleleşmiştir.  Böyle bir dünya ruhsuzdur, kalpsizdir. Kur’an çağrısı onun için varolan ruhsuz koşullara ruh, kalpsiz dünyaya kalp olmak için inmiştir.

Fakat insanların şehirlisi, köylüsü, kadını, erkeği hepsi açgözlü, bencil, korku ve tasa içinde… Çünkü sistem tok ama insanoğlu aç. Ruhen aç, doymuyor. Bunu sağlayacak şey de dindir.

Kur’an işe buradan başlıyor.

Dünya hayatı (malı mülkü) geçici bir faydalanmadan ibarettir, öleceksiniz, toprak olacaksınız, hiç birisi sizin değil, hepsi Allah’ın!!! İnsanoğlunun gözünü önce Allah toprak ile doyuruyor!

Kalpler ancak Allah ile doyar, tatmin olur! Önce insanoğlunun bu hırsını durduracak bir şey lazım. En azından zararsız hala getirecek, onu sürekli içten denetlemek lazım…

İnsanoğlunun yeryüzündeki hikâyesi bu korkuları yenmeye çalışmanın tarihidir.

İki tür korku vardır; dışsal ve içsel korkular:

  • Dışsal korku iktisadi ve siyasi korkulardır.
  • İçsel korkular ölüm, tasa, intihar duygusu, anlamsızlık, hiçlik vs.

Onun için burada maneviyat önemlidir. Yeter ki din ve maneviyat afyon olmasın.

İnsan korkularını yenmesi için, özgür olmalıdır.

Cemaat’ in ne olduğu, namazda, safta, Hacc’daki tavafta belli olur. Safta eşitlenirsin, tavafta rütbeler sökülür, hiyerarşi ortadan kalkar.

İmam cemaatin uyduğu tüm kuralara uymak zorundadır, tek farkı biraz öne çıkmasıdır.

Tavafta her tür kavmiyet, milliyet, mülkiyet ve hatta cinsiyet farkı ortadan kalkar. Tam bir eşitlik gösterisine dönüşür.

İşte İslam’da cemaat budur, böyle olmalıdır. Piramit değil; halka, balkon değil; avlu…

Peygamberin cemaati böyleydi. Aralarına karışır, gelen Hanginiz Muhammed diye sormak zorunda kalırdı.

Hz. Peygamber kimseyi sürekli bir makama getirmezdi. Her namazda imam, her savaşta komutan, her seferde vekil değişirdi. Ebedi ve tapulanmış makamlar yoktu. İçeri girince kimseyi ayağa kadırmazdı, kimseye elini öptürmezdi, arkasından kalabalığın yürümesine izin vermezdi, evinin önünde nöbetçi bekletmezdi, korumaları hiçbir zaman olmamıştır.

Cemaatte birinin diğerinden daha fazla zengin olamasına izin vermemiştir, sürekli infak ettirmiştir. Namazdan sonra yüzüne döner ve cemaate bir derdi olan var mı diye sorardı. Bunu sürekli yapardı, camide dertler paylaşılır, acılara ortak olunur, kaynaşılır ne varsa bölüşülürdü.

Bu hasletler Emevi döneminde kaldırıp tesbih çekme âdeti getirildi ve cemaat sustu. Hala öyledir.

Onlar akşama kadar çalışırlar, kazandıklarının ihtiyaçtan fazlasını akşam bölüşürlerdi. Onlar böyleydi…

Şimdiki cemaatler böyle mi? Değil! Şimdiki cemaatler de yukarıdakilerden hiçbirini göremezsiniz.

Mahmut AKYOL