ALLAH’IN TAKDİRİ VE İNSANIN KADERİ

logo5

ALLAH’IN TAKDİRİ VE İNSANIN KADERİ

Eskiden bilgiye ulaşmak zordu. Şimdi öyle mi? Bilgi, bir tuşun ucunda…

Zor olan şey kıymetli olur. Şimdi öyle mi? Bilgi ucuz ve kolay, onu da okuyan kalmadı…

Artık kitapların birbirine karışmış kokuları teneffüs edilmiyor…

Bir dostuma yazılarımı okuyup okumadığını sordum. Bana; “yazdıklarınız çok uzun oluyor, okumaya vaktim olmuyor” Dedi. Aslında taş çatlasa yazılar beş/altı sayfayı geçmiyor.

Fakat konuşmaya sıra gelince herkes âlim, vara da konuşuyor, yoğa da konuşuyor!

***

Kur’an-ı Kerim’de şöyle denilmiştir; “Kaderiniz kendi elinizdedir…” 36/19.

Yani; “İnsanlar kendilerini değiştirmedikçe, Allah onları değiştirecek değildir.”

Demek ki Allah’ın Takdiri kulun kaderidir.

Kader, insan için bir yol ayrımıdır. Kader, insanın cüz’i iradesiyle Allah’ın külli iradesinin birleşmesidir.

Tercihlerimiz bize aittir.

Hatalarımızı kadere bağlamak doğru değildir. Böyle yapılması bir samimiyetsizlik ve tek başına sorumsuzluktur.

Allah kimseye haksızlık edici değildir. Fiillerin ilk kaynağı, kulun kendisidir. Kader Zincirleme bir reaksiyondur. “Men dakka-dükka” da olduğu gibi…

Allah’ın takdiri “Adalet, hakkaniyet ve hikmet” ten asla ayrı değildir.

Kader hem kontrolümüzün içinde, hem de dışında olan bir olaydır. Mesela:

Hoşunuza gitmese de savaş size farz kılındı; mümkündür ki bazen hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için iyi, hoşunuza giden bir şey de hakkınızda kötü olabilir. Allah bilir, siz bilemezsiniz.” (Bakara Suresi 216. Ayet)

İnsanlar bazen o derece azgınlaşır ki, Allah aynı anda sayısız uyarılar gönderir!

Hakka kulak vermek istemeyenler demişler ki, “Siz bizim bahtımızı kararttınız…” (Yasin suresi 18)

Elçilerde:

Bahtınız kendi elinizdedir…” (Yasin suresi 19)

Görüyor ki Elçilerin tamamı, kendilerinden önce kurulmuş olan “Tanrı Devlet Düzenlerini” tehdit etmekle işe başlamışlardır.

Allah bütün Hak Dinleri, Ümmi Peygamberler üzerinden göndermiştir. (Ümmi demek, halkın bağrından çıkan, din adamları sınıfından olmayan demektir.)

Elçilerin getirdikleri Din, kendilerinden sonra hep tersyüz edilmiştir. Bu, sosyolojik bir olaydır.

***

Kader konusunda birkaç misal verelim:

Emevi Hanedan Devleti” (Emevi Kader Doktrini):

Bu “Kader Doktrini” insanlara yoksulluk ve mutsuzluk dikte etmiştir.

Yoksul ve mutsuz insanlara “Ahirette” karşılığını alacaklarını söylemiştir.

Statükoyu değiştirmeye ve halkın durumunu iyileştirmeye kalkışmanın Allah’ın iradesine karşı çıkmak olduğu belirtilmiştir.

İslami olmayan bu düşünce anlayışından kurtulmak gerektir.

Din, halkın vicdanında bir çığlık iken, Kisra ’nın Sarayına dayandığında; “Ey Baldırı çıplaklar! Burada ne işiniz var?” diye bir soruyla karşılaştı.

Peygamberin dava arkadaşları da, “İnsanları dinlerin zulmünden kurtarmaya geldik!” dediler.

Hasan-ı Basri, Emevi Yöneticilerine şöyle dedi: “İşlediğiniz zulümler kendi ellerinizle yaptıklarınızdır.

Bunların kaderimiz olduğu görüşü batıldır. Allah zulmedenleri sevmez. Bilakis böyle durumlarda zulme uğrayanlara cihadı emreder…”

Hz. Peygamberin vefatından ve dördüncü halife döneminden itibaren, İslam’ın kerih gördüğü, İslam’ın ortadan kaldırdığı birçok şeye tekrar geri döndüler.

Kabile kavgaları, ırkçılık temayülleri, Mevali olanların merkezin dışına itilmesi, devlet malından zenginlerin çoğalması, dinden dönmelerin (Mürted) ve yalancı peygamberlerin ortaya çıkmaya başlaması vs.

Bütün bunlar, Emevi hanedan devleti boyunca sürdü ve devletin bünyesinde kemikleşti.

Hala da hızını kesmiş değildir.

***

Bu itikadî yanlışlardan biri de, inananların “aff” meselesidir. Güya inananları ümitsizlikten kurtarmak için, “Hadis” kitaplarına bir sürü mevzu hadisler koyuldu…

Her ne kadar, kötü bir niyet için yapılmadığı söylense de, dinin altının oyulduğu bir hakikattir.

Mesela:

Sabahtan öğlene kadar iki vakit arasında İşlenilen bir günah, öğle namazı kılındığı an affolunur. Bu zincirleme böyle gider. Bu günlük kurtuluştu (!),

Eğer Cuma namazına giderseniz orada kılacağınız iki rekât, haftanızı tertemiz eder… Bu haftalık kurtuluştu (!),

Eğer Hacca giderseniz, hacı olduğunuz andan itibaren o yıl boyunca işlediğin bütün günahların silinir… Bu yıllık kurtuluştu (!),

Ancak burada bir istisna vardır. “Hacca gidenin bütün günahları kul hakkı hariç silinir”.

Eğer bunların dışında, bir şeyh bulur, eteğine yapışır, ondan şefaat ister, o da şefaat ederse; Bu da ebedi kurtuluş demektir. (!)

***

Garip olan taraf, bunların sorgulanmamasıdır.

Mesela kimse şeyhine sormuyor; “Sen kendini kurtardın mı ki…?”

Hâlbuki Kıyamet Günü şefaat yalnız Allah’a aittir. Kur’an’a göre Nebilerin, Şehitlerin, Salih kimselerin şefaat yetkisi yoktur!

Yazık ki hala bu memlekette bu tür şeyler, prim yapıyor!

Bu tablolar ülke insanının, ne kadar İslamsız ve cahil bırakıldığının göstermiyor mu?

Zulme karşı iyi diren, komşunla iyi geçin, kan dökme, davranışlarında adaleti ve dürüstlüğü terk etme, o zaman kendine şahit olmuş olursun!

Kurtuluş insanın kendi yaptıklarında gizlidir. Yani insanın kendi iradesindedir!

Demek ki, çalmak, çırpmak, öldürmek, iftira atmak, yalan söylemek, zina yapmak, haram yemek, adalet/emanet/Velayet, gıybet yapmak, zulüm yapmak insanın kendi elindedir

Demek ki, bir yaraya merhem olmak, bir öksüzün başını okşamak, bir yoksulu doyurmak, bir mazluma arka çıkmak, insanın kendi elindedir

Demek ki, tüm kötülüklerin anası; mülkü kenz etmek, hırs, kibir ve haset içinde olmak insanın kendi elindedir

***

Brahman “Kast Sistemi”;

Hint toplumunda Brahmanların kurdukları Kader anlayışı tipik bir “Emevi Kader Doktrini” dir. Brahmanlar toplumu kastlara bölmüşler ve en üste kendilerini yerleştirmişler, buna da “Tanrısal yazgı” demişlerdir. En altta sürünen “parya” ya, “Eğer mutlu olmak istiyorsan, şimdiki hayatında ki bu yazgıya itaat et, uslu dur, ikinci hayatında üst kastta doğabilesin! Aksi halde ikinci hayatından bir böcek olarak bile doğamaya bilirsin.”

Bu nedenle üst kastlara çıkmanın yolu var olan düzene uymak, itaat etmek, olan bitene boyun eğmek ve bu halde ölümü beklemek, ölümden sonraki ikinci hayatta üst kastlarda yeniden doğmak için bunların şart olduğu söylenmiştir.

***

Roma’nın köleci düzeni “Stoacı kader” anlayışı: Roma’nın köleci düzeni “Stoacı kader” anlayışı gelince “Tanrısal Yazgı” düzeni aynı şekilde işlemiştir. Roma’nın hayatı, köleci bir toplumdur. Roma’da kimi insanların köle, kimi insanlarında efendi olması kaçınılmazdı. Çünkü doğanın kanunu böyleydi. Birileri efendi olurken, birilerinin köle olması gerekliydi. Buna “Stoa (mevcut durum) Felsefesi” deniliyordu. Buna karşı gelmenin cezası ölümdü.

Sonuç itibariyle her üç kader anlayışı, birbirinin içinden çıkmış ve Roma’nın köleci düzenini sürdürmüştür!

Mahmut AKYOL

DİNİN SAHİBİ ALLAH, DİNİ TEBLİĞ EDEN HZ. MUHAMMED VE KORKU KÜLTÜRÜNDEN ÇIKIŞ!

mbas5

logo5

DİNİN SAHİBİ ALLAH,  DİNİ TEBLİĞ EDEN HZ. MUHAMMED VE KORKU KÜLTÜRÜNDEN ÇIKIŞ!  

Dinin Sahibi Allah’tır. Dini Müjdeleyen Hz. Muhammet’tir.

Hz. Muhammed’in dini tebliğ metodu şudur: “Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz; kolaylaştırınız, güçleştirmeyiniz

Bu uyarıya rağmen, dini söylemde korku hiç eksik olmamıştır. İnsan, günah korkusunu ve suçluluk duygusunu hep yaşamıştır.

Gerçi İslam; korkuyu bütünüyle göz ardı etmez!

Yeterki her şeyin sahibi olan Allah’ın rahmetine kişi iman etmiş olsun!

Allah, “Rahman” dır.

Merhamet O’nun en belirgin niteliğidir.

Yeterki Allah’ın özündeki “merhamet” doğru anlaşılmış olsun.

Allah “Rahim dir.

Allah’ın bütün işleri, yaratması ve ilgili her şeyi, O’nun sonsuz merhametiyle açığa çıkar ve öylede hüküm sürer.

Allah, Hz. Muhammed’i “âlemlere rahmet” olarak göndermiştir. Bu bakımdan Hz. Muhammed’i yeryüzünde ve davranışlarımızın arasında aramak farzdır. (Enbiya Suresi 107. Ayet)

İçinde  bulunduğumuz toplum, son iki asırdır sosyal, dini ve siyasi korkular içinde yaşamıştır. Osmanlı’nın toprak kaybı bu korkunun en belirgin göstergesidir.

Hala bu panik havasından kurtulamadık. Hala birbirimizle uğraşmaktan, birbirimizi suçlamaktan vazgeçmedik.

Kanaatimce buna sebep; Hz. Muhammed’i yeryüzünde davranışlarımız arasında aramayı terk etmiş olmamızdır… Osmanlı’nın son dönemlerine damgasını vuran Batıcı, Türkçü, İslamcı tartışmalar hep bundandır.

Yani Hz. Muhammed’i vicdanımızda kaybettik. Yeryüzünde aramayı bıraktık. Bulutların üstünde, “İsrailiyat” kehanetleri arasında boğulmuş Nebiyi aramaya koyulduk.

Çatışmanın en temel dinamiği, herkesin birbirini suçlamaya çalışması, hala kimsenin kimseyi anlamaması…

Oysa bu millet ve biz, yedi düvele karşı muazzam bir mücadele vermiştir. Bu vatanı bu millet dişiyle, tırnağıyla, kanıyla, canıyla yeniden inşa ettiğinde; “kuvve-i manevi” yle beraberdik… Biz, mağlup medeniyetimizin yasını son iki asırdır kendimizle beraber tarihimizle, devletimizle, değerlerimizle çekerek bugünlere geldik.

Lakin son iki asırdır Mülkün Sahibi olan Allah ve dini müjdeleyen Hz. Peygamberi vicdanlarımızda bulamadık. Adeta vicdanlarımız kurudu ve biz göremedik. Tutunacak dal ararken, tarihin bataklıklarında kaybolduk…

Nitekim İslam’ın dinamik boyutunu öne çıkartmak yerine, korkuyu kurumsallaştırarak “içtihat” kapısını kapattık. Dinin önceki asırlardaki anlaşılma biçimini bugüne taşımaya kalkıştık ve kendimizi maziye mahkum ettik. Sonunda din alanında, günah korkusu ve dinden çıkma korkusu temel belirleyici oldu. Başka bir ifadeyle “korku egemen” bir din anlayışının içine sürüklendik.

Din alanındaki korku, hayatımızda içselleşti. Maalesef mevcut din anlayışımız, korkularımızı besler oldu.

Şimdi öyle zamandayız ki korkular, insanların dürüst olmasını zorlaştırdı. Korkak insanlar, kendilerini sembollerle ifade etmeyi tercih etmeye başladı. Çünkü semboller, korkuları gizler ve insanı “takiyyeci” yapar.

Korku, aklın ve akılcılığın en büyük düşmanıdır. Çünkü korku akıldışı alanda serpilip gelişir. Korkak insanlar, korkularından kurtulmak için, doğru bilgiden, gerçeklerle yüzleşmekten de korkarlar.

Bu durum, insanın varoluşsal tek korkusu, “ölüm korkusu” dur. Buda insanın hiç aklından çıkmaz… Ölüm korkusunun dışındaki bütün korkuların öğrenilmiş korkular olduğunu söylemek pek de yanlış değildir.

Korku ile ilgili algı ve iletişim daima “güç” üzerinden gerçekleşir. Korku kültürünün en kötü tarafı, korkunun içselleştirilmesidir. Korkak insanların ne yapacağı kestirilemez; öğrenilen korkular aklın sağlıklı işlemesini engeller.

Din dilinin ve siyaset dilinin korku merkezli olması, çok ciddi sorunları beraberinde getirmektedir. Siyasetin ürettiği birtakım olumsuzluklar, korku egemen din dili sayesinde toplumda kalıcı hale gelmeye bir başlarsa, daha açık bir ifadeyle korku kültürü, dini istismar  etmeye başlar!

Toplum adeta, korku üretim merkezleri olur. Herkes, sesini duyurabilmenin tek yolu bu bağırmadır. Bağırmak, başkalarını dinlemek gibi bir niyetin olmadığını gösterir. Bağıran insanların “anlaşılmak” gibi bir dertleri yoktur… Eğer korkularımızın içinde boğulup kalmak istemiyorsak, onlarla bir şekilde yüzleşmeliyiz.

Korkularla yaşamak, insanın tabiatına uygun değildir. Uygun olan taraf hayatımızın  merkezine yeniden dinin Sahibi Allah’ı ve Dini Müjdeleyen Hz. Muhammed’i koymaktır.

Lakin son zamanlarda yorgunluğumuza sünger çektik derken karşımıza yeni isimler altında “Şeytan’ın Orduları” yeniden karşımıza çıkmaya başladı.

ABD’nin Irak’ı parçalama çalışması kesintisiz sürüyor. Mezhep ve ırkçılık temeline dayalı parçalama işinde ABD yalnız değil, İngiltere başta olmak üzere Batı ve İsrail’de var… Amerika, Irak’ı üçe bölmek için uygun koşullar meydana getirmeye çalışıyor…

ABD’nin Irak’ta Kürt devleti kurmaya çalışması bununla sınırlı kalmayacaktır…

Değil mi ki yukarıda sayılan devletler ve korsan devletler varlıklarını “zulüm” ve geçimlerini “haram” üzerine kurmuşlardır. Bu durum gösteriyor ki, kan içmeye devam edeceklerdir.

Barzani’nin arkasında duran ABD, İngiltere ve İsrail’dir.

Sonuçta; “Siyon Yıldızı”, Hristiyan “Haçı” ve İslam’ın “Hilali” arasında “Din Savaşı” durmayacaktır. Burada Hak galip gelecek, Batıl yenilecektir.

NATO, ülkelerin kendi içinden milis kuvvetler hazırlayarak çeşitli isimler altında gayeleri aynı olan ( FETO- DAİŞ- PYD- PKK-gibi terörist örgütler ) bu örgütlerle ihanetlerini sürdürecekler…

Yeter ki Mülkün Sahibi olan Allah ve dini müjdeleyen Hz. Peygamberi vicdanlarımızda bulunsun!

Yeter ki Ümmetin bünyesini Müslümanlar güçlensin!

Yeter ki Müslümanlar “Adalet Devleti” ilkesinden vaz geçmesin!

Yeter ki İslam dünyası Emperyalistlerin çatışma sahası haline gelmesin!

Yeter ki Müslüman uyansın, ekmeğini paylaşsın, insanlığın kanayan yarasını el birlik sarsın!

Yeter ki “Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılsın!”

Yeter ki Müminler kardeş olsun ve cahiliye ölümüyle ölmüş olmasın!

Mahmut AKYOL

 

 

 

 

 

HZ. PEYGAMBERE VERİLMİŞ İKİ MUCİZE VE MÜLKE TAPAN SAMİRİNİN ÇOCUKLARI…

logo5

HZ.PEYGAMBERE VERİLMİŞ İKİ MUCİZE VE MÜLKE TAPAN SAMİRİNİN ÇOCUKLARI…

Göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin, yerin altındakilerin, suların içindekilerin Sahibi Allah’ım! Bize yardım et, bizi darda ve zorda bırakma ve bizi iki cihanda aziz eyle…

***

İslam’da kesinlikle Ruhban sınıfı yoktur. İslam’ın geliş amacından biride Ruhban sınıfını ortadan kaldırmaktır. Kur’an en sert eleştirini Ruhban sınıfına yapmıştır. Zira Hz. Muhammed bir “din adamı” değildir.

***

Yazdıklarım akidemi yansıtıyor. Ben İslam’a “Lehü’l-Mülk” (Mülk Allah’ındır) diyerek girileceğine inanırım. Müslüman itikadının temeli “Kelime-i Tevhit” dir! Onun için Lehü’l-Mülk kavramı Allah’a imandan sonra, İslam’da önce gelir. Meselenin “mebdesi” (kaynak, kök) buradadır…

***

Allah’ın Hz. Peygambere verdiğin iki mucize vardır. Bunlara hem inanıyor ve hem de tastık ediyorum.

Onlar ki:

  1. Kur’an’ı Azim,

Yaşayan Kur’an

  1. Hulg ‘il Azim,

Yaşayan Ahlak

Buna rağmen Allah’ın en büyük mucizesi; evren ve evrende ki düzendir!

Mucize, evrende kişiyi aciz bırakan şey demektir. Mesela ayın yarılması mucize değil; ayın bizzat kendisi mucizedir.

Resulleri ancak müjdeci ve uyarıcı olarak gönderiyoruz. Kim inanır ve nefsini ıslah ederse onlara korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir. Ayetlerimizi inkâr edenlere, yoldan çıkmalarından ötürü azap dokunacaktır.” (En’am: 48-49)

***

Din ile dünya aynı kökten gelir. Dinin vazettiği şeyler dünya içindir. Bu şeyler tabiatıyla ahirete yansıyacaktır! Kısaca dünya ahiretin tarlasıdır. Ahirette insana sorulacak sorular, dünyada işlediği fiillerden olacaktır. İnsan için dünya, bir imtihan yeridir. Ahiret ise, hesap sorma yeridir.

Son Peygambere bahşedilen “güzel ahlak”, bizim içinde bir huy, bir alışkanlık ve bir ilke olmalıdır. Huyumuzu, güzel davranışlarımızı mütemadiyen tekrar edilmelidir…

  • Birisi geldi, son Peygamber’e sordu; “Senin gibi birisi olmak için ne yapmalıyız?” Cevap basit ve net… “Güzel ahlaklı olun!
  • Peygamberin abdest suyunu eline, yüzüne süren kimseye, “Ne yapıyorsun?” diye sordu?

O da “Sana olan sevgi, saygı ve hürmetimden dolayı yapıyorum.”

Hz. Peygamber de; “Eğer sözünüzün arkasında durur, emanete ihanet etmez ve komşunuz sizden emin olursa; o zaman bana sevgi, saygı ve hürmet göstermiş olursunuz” dedi…

***

Her yeni doğan çocuğu Âdem olarak gördüğümüzde, maksadımız tam da yerini bulur, Âdem Kıssasını anlamış oluruz. Çünkü Âdem kıssasıyla her doğan çocuk yeniden başlar. İnsan, şeytan, kötülük, iyilik, kadın, erkek, günah, tövbe, pişmanlık, bilgi, akıl vs. Yaşam boyu evrilir durur…

Ha keza her hayata atılan bir genci Yusuf olarak gördüğümüzde, maksadımız tam da yerini bulur, Yusuf Kıssasını anlamış oluruz.

Yani haset, hile, entrika, yalan, ihtiras, şehvet, tutku gibi dürtülere karşılık bilgelik, adalet, güven, dostluk, kardeşlik, vefa, söz ve namus, hayatımızı her alanını kapsadığını görürüz…

İşte “Yaşayan Kur’an” esas itibariyle böyledir.   

Yani Kur’an’ın, Yaşayan Kur’an olması için, söylenen şeylerin günümüzde tekrar ediyor olması gerekir. Onun için her yüz senede bir Kur’an’da söylenen ayetlerin yeniden yorumlanması gerekir. Çünkü insan, her asırda bir yenilenir…

Ruh, maddi ve manevi canlılıktır. Manevi canlılık Kur’an ayetleriyle ilişkili olmaktır.

Ahlaklı olmak, azgınlıkları frenlemek, doğru ve dürüst olmak, adalet, güven, eminliğe kavuşmak tıpkı hava solumak gibi olmalıdır.

Kur’an’da yasaklar bellidir ve sınırlıdır. Onun için dünyayı ve Kur’an’ı ormana çevirmenin bir anlamı yoktur!

Açlık sadece maddi bir şey değildir. Manevi olarak da insan, aç kalabilir. Şehvetin ve hırsın esiri olmamak için kişi sevgi, merhamet ve cömertlik te zengin olmalıdır.

Açlık, şehvet, hırs, sevgi, merhamet ve cömertlik, akılla doğrudan bağlantılıdır. Zira Allah, aklını kullanmayanları “pislik içinde” bıraktığını söyler.

Kur’an’ın ana amacı; mazlumdan ve mağdurdan, hak ve adaletten yana olmaktır. İşte Yaşayan Kur’an böyle bir şeydir.

Hz. Peygamberin mücadelesini, bu konuda iyi düşünüp anlamak lazımdır…

***

Yaşayan Kur’an sözü esas alır. Sözde maksat, muhataplarına bir şeyi kavratmak, şuur uyandırmak, etkilemek ve duygulandırmaktır.

Sözde maksat, kişinin ezberini bozmalı, rahatsız etmeli ve sorumluluk yüklemelidir.

Fakat ne hazindir ki, Bizans’tan alınan Emevi Saltanat ideolojisi, Müslüman din anlayışında anlam kaymalarına sebep olmuş, Müslüman’ın dillerini öfke ve nefret doldurmuştur.

Emevi din anlayışından, Abbasî din anlayışından, Türk Müslümanlığından, temelsiz benzetmelerden, reformist Hıristiyan din anlayışından Müslümanlar çok çekmiştir.

Hiç kimse, Emeviler dâhil melek değildi. Yönetimde herkesin bir hatası olmuştur. İslam’a muhatap anlayışa sahibi olan, zulme sistem şuuruyla karşı koyan, adaletli bir hayatı inşa edebilmenin mücadelesini veren bir Millet bugün olmasa da, yarın olacaktır inşaAllah…

Yazıya derinlik vermesi açısından şöyle bir misal verelim…

Hacc, Salat ve Cihat tıpkı Zekat’da olduğu gibi muhafazakâr yaklaşımdan uzaklaşarak yeniden ele almalıdır.

Asırlarca ifade edilen “İlmihal” kitapları Muktedirin elinden alınmalıdır. “Sultanın sofrasına oturan âlimin fetvasına itibar edilmemelidir.

Bu cümleden de anlaşılıyor ki, her devlet dini kullanmıştır. Her devlet din üzerinden otorite sağlamış ve her devlet din adamlarıyla icraatlarını şirin göstermek istemiştir.

Bu konuda Hz. Peygamber dedi ki:

İnsanın dindarlığını alnındaki secde izine ve sırtındaki hırkasına bakarak değerlendirmeyin. Onun dinar ve dirhemle olan ilişkisine bakın

İslam Âleminin bu müşkülü çözüm beklemektedir.

Hakça ve eşitçe paylaşımın olduğu bir dünya (Darus Selam’dır.)

Son söz:

Hz. Mûsâ Tur’a çıktığında İsrâiloğulları’nı altından yaptığı buzağıya tapmaya sevk eden Samir’i adlı kişidir.

Taha Suresinde bu kıssa uzun uza diye anlatılır. Bunun en çarpıcı örneği Samir’i de görülür. Samir’i iflah olmaz bir esaret ve sürgünü başlattı.

Kur’an da, kalpleri buzağı sevgisiyle dolu olanları, süs, altın, para ve servet tutkusu olanları, “Aşağılık maymunlara, domuza benzetir. Ayrıca haddi aşanlar, aşırı gidenler, zillet ve alçaklık damgası vurulanlar ve gazaba uğrayanlar diye de açıklar

Bu mecaz benzetmeler, Kur’an söyleminin “tavan yapmış öfke dolu sözleridir.” Ayrıca seni kaçıp kurtulamayacağın bir ceza günü beklemektedir” İsrâiloğulları bu davranışlarından dolayı kınanmaktadır.

İşte Hz. Mûsâ Tur’a çıktığında İsrâiloğulları’nı altından yaptığı buzağıya tapmaya sevk eden Musa’nın Samir ’isi, tıpkı Hz. Muhammed’in karşısında duran Mekkeli ‘Samir’iler gibidir… Ve bugünün mülke tapan Samir’inin çocukları gibidirler…

Karakter olarak ne kadar da birbirlerine benziyorlar!

Mahmut AKYOL

 

 

KIYAMET GÜNÜ BAZI YÜZLER SEVİNÇTEN PARLAYACAK, BAZI YÜZLER DE MOSMOR KESİLECEKTİR!

logo5

KIYAMET GÜNÜ BAZI YÜZLER SEVİNÇTEN PARLAYACAK, BAZI YÜZLER DE MOSMOR KESİLECEKTİR!

 “40 ayetten ibaret Kıyamet Suresi Mekke’de indi.  İlk ayetinde geçen ayağa kalkış sureye isim oldu.

Ana teması ölüm ve kıyamet (hesap) günüdür. Ölüm anı ve kıyamet günü çarpıcı şekilde sahnelenir.

Ölüme ve kıyamet gününe bigâne yaşayan insanlar, o günkü çağın inkârcıları üzerinden tekrar tekrar uyarılır.”

SEVGİ VE MERHAMETİ SONSUZ OLAN ALLAH’IN ADIYLAKIYAMET

1. KIYAMET Günü dile gelsin! 2. Vicdan azabı çeken nefis dile gelsin! 3. İnsan, kemiklerini tekrar bir araya getiremeyeceğimizi mi sanıyor? 4. Kesinlikle hayır! Onu parmak uçlarına kadar yeniden var etmeye kâdiriz. 5. Fakat insanoğlu kıyametin geleceğini inkâra kalkışıyor. 6. Soruyor; Şu kıyamet günü ne zaman gelecekmiş?

7. DİNLE o halde, şimşek çakıp gözler kamaştığında 8. Ay tutulup karanlığa gömüldüğünde, 9. Güneş ve Ay bir araya getirildiğinde,  10. İnsan O gün Nereye kaçmalı? diye hayıflanıp durduğunda…

11. HAYIR! Kaçacak hiçbir yer yok. 12. O gün varıp sığınılacak tek yer rabbinedir 13. O gün insana yaptığı ve yapmadığı her şey haber verilecek. 14/15 Dahası insan mazeret arayıp yaptıklarını gizlemeye çalışsa da bizzat kendi vicdanından kaçamayacak. 16. Öyleyse aceleye getirip yaptıklarına mazeret arayıp durma. 17. Çünkü yaptıklarının bir bir anlatılması Bize aittir. 18. Yaptıklarını bir bir anlattığımızda sen sadece dinle. 19. Yapıp ettiğin her şeyi açıklamak Bize aittir…

20. HAYIR! Siz hep şimdi olanı seviyorsunuz, 21. Öteleri hiç düşünmüyorsunuz, 22. Bazı yüzler o gün sevinçten parlayacak, 23. Rablerinden umacaklar. 24. Bazı yüzler ise o gün mosmor kesilecek, 25. Belkemiklerini çatırdatacak yaman bir hesabın gelmekte olduğunu anlayacaklar…

26. HAYIR! Ne zaman ki can boğaza dayanır, 27. “Doktor yok mu?” diye bağrışılır, 28. Ayrılık vaktinin geldiği anlaşılır, 29. El ayak birbirine dolanır 30. İşte o zaman kişi Rabbine gittiğini anlar. 31. Gel gör ki ne söze inandı, ne yöneldi, 32. Bilakis yalan dedi sırt çevirdi. 33. Hep kibirlendi; tarafı etrafı kendine yeter sandı, 34.Yazıklar olsun böylesine, 35. Yazıklar olsun!

36. İNSAN başıboş bırakılacağını mı sanıyor? 37. O, akıtılan bir meni damlası değil miydi? 38. Sonra bir pıhtı oldu. Allah yarattı, biçim verdi. 39. Ve Ondan erkek ve dişi iki eş var etti. 40. Öyleyse düşünün! Bunu yapan ölüleri diriltemez mi?

Rahmetli babam, Kur’an’ı hıfz eden seçkin bir şahsiyetti. Dünyasını değiştirdiği güne kadar, diline pelesenk ettiği bu Sureyi okur ve ağlardı.

Şimdi bu atmosfer içinde, sureden anladıklarımı anlatmaya çalışacağım…

Cennete kimler girecek diye sorulduğunda;  “Tabi ki Müslümanlar” denir.

Aslında kimin cennete gireceğine karar verecek olan Allah’tır. Onu da Allah, kulunun fiillerine göre takdir eder.

Kimse kendisini Allah’ın yerine koyup da cenneti ve cehennemi doldurmaya kalkmasın! Haşa kimse şu cennetliktir, bu cehennemliktir demesin!

Allah, bu konudaki seçimini kimlikler ve cinsiyetler üzerinden yürütmez! Kimseyi Alevi, Sünni, Türk, Kürt, Ateist, diye ayırmaz! Allah seçimini vakti, miktarı belli olan Ritüeller üzerinden yürütmez!

Allah’ın yanında bunların hiçbir değeri yoktur. O seçimini “Mümin, Kâfir ve Münafık” isimleri üzerinden yapar.

Allah kuluna yaşarken diğer kullarına, “ne yaptın” diye sorar? Çünkü Allah için kulun davranışları önemlidir. Namaz kıldın, Oruç tuttun, hacca gittin… Eyvallah da “bunları korumak için ne yaptın” diye sorar?

İnsanların hangi yarasına merhem oldun? Hangi öksüze kol kanat gerdin? Hangi köleyi azat ettin? Hangi yoksulu doyurdun? Hangi mazluma arka çıktın? Hangi zalimin yüzüne zulmünü tükürdün? Adalet için, sözün namusu için ne yaptın? Diye sorar. Soracak olan Cennete koyacak olandır!

İşte elimizdeki bu Kur’an, baştan sona bize bunu anlatır. Bu kitabın özü budur! Bu Kur’an, bunları muhatabına söylemek için vardır. Değilse, fal bakmak, ölüye okumak, kutsamak için öpmek ve duvara asmak için gelmiş değildir…

İnsanlık ne zamanki kendisine gönderilen reçeteyi veya sevgiliden gelen mektubu okumadan bir sandığa koyarak sakladı, bundan sonra dertleri müzminleşti. Susadıkça tuzlu su içti.

İşte Allah elçilerini bunun için gönderdi.

Kur’an’ın dur dediği yerde insanlık durmadı… Sonunda şok içinde kaldı…

Unutulmasın ki Cennette “Sınır yoktur. Sınıf yoktur, Sömürü yoktur. Savaş yoktur.” Bu cennet önce yeryüzünde yaşanarak prova edildi. Fakat kibre, hırsa ve hasede yenik düşen insan o zaman niçin gediğini unuttu…

Kıyamet suresinin” Ayetlerine dikkatlice bakıldığında görülecektir ki, ikinci dirilmeyi müteakip insana kitabını oku denilecek, okurken de “Yaptıklarını aceleye getirip hızlı hızlı değil, yavaş yavaş okuması istenecek, korkunun dehşetinden kekeleyip durması istenmeyecektir.”

Şimdi ey zavallı ve ey aciz insan şu haline bak! Hem korkudan dilin damağına yapışıyor, kekeliyor, hem de hala mazeretler bulmaya çalışıyorsun! Merak etme, yaptıklarının hepsini ortaya Allah dökecektir.

Rabbimiz yaptıklarımızı yüzümüze vurdukça bizim gerçeği kabul etmekten başka bir çaremiz kalmayacaktır! Verilecek cezalar açıklandıkça insan şok olacaktır!

Cenab-ı Allah “İSLAM’I”, bizim için ezeli ve ebedi bir isim kıldı. İslam, teslim olmaktır.

Teslimiyet kime?

Cenab-ı Allah’a!

Ancak insan sonradan bu teslimiyeti unuttu. Unutunca da düz yolunu şaşırdı ve azdı… Giderek gücün etkisine girdi. Başka birilerine teslim oldu…

Keşke gücün etkisi altında kalmak yerine:

Zenginle/yoksulun arasındaki uçurumu görseydi,

Sosyal ve ekonomik çöküntünün sebepleri üzerinde kafa yorsaydı,

Kapitalizmin emeği çalmasına akıl erdirseydi,

Hırsına kapılıp da biriktirmeden paylaşsaydı,

Keşke insan Allah ile birlikte yürüye bilseydi…

Keşke insan hayatın temel taşları olan doğruluk, dürüstlük, kardeşlik, paylaşmak, bölüşmek, zulme karşı direnmek, hakkı savunmak, iffetli yaşamak, doğru ölçüp tartmak gibi ilkeleri yeryüzüne yaysaydı.

İşte insana lazım olan değerler bunlardı…

Çünkü İslam’ın yeryüzündeki değerleri bunlardı…

İnsanın yaratılışta ki, değerleri hem eşit ve hem de ortaktır… Lakin insan kaderini, bu değerler içinden geçerken, farklı şekiller arz eder… Yani dikenin batması, arının bal yapması, karıncanın çalışmayı öğrenmesi, çiğ damlalarının lalenin üstüne düşmesi farklı farklıdır… Bu farklılık onların kaderinin farklı olduğunu gösterir!

İnsan aklı sebebiyle iradi bir yol çizer. İnsan, kendini değiştirdiği zaman, kaderini de değiştirmiş olur.

İnsan iyi, güzel ve doğru şeyler için çalışırsa, Allah’ta onun çarpan kalbi, sızlayan vicdanı, gören gözü ve işiten kulağı olur.

Mahmut AKYOL  

 

DİNDE BOZULMA, MÜLK VE İKTİDAR MESELESİ…

logo5

DİNDE BOZULMA, MÜLK VE İKTİDAR MESELESİ…

İslam, yaşayan bir dindir.

Fakat ne yazık ki günümüzde İslam Dini hayattan koparılmıştır.

Koparılışın birçok sebebi olmakla birlikte, en başta geleni “MÜLK” kavramıdır.

Başlangıçtan beri İslam, insanlığa mesajını mülk üzerinden vermiştir!

Bunun için İslam Dini, “Lehü’l-mülk” le başlamıştır.

Dinin muhatabı insandır.

Eğer insanoğlu mülk ilişkisini İslam’a göre kurmuş olsaydı; dünya ve ahiret hayatında telafisi mümkün olmayan çöküntüler yaşamazdı.

Tarih boyu insanoğlunun başına gelen en büyük bela, “açlık” ve “ahlaksızlık” tır. Bu belaların faili insanın bizzat kendisidir.

Kur’an’ı Kerimin iniş sırasına göre ilk inen suresi mülkle ilgilidir.

Mekke’de yoğun bir şekilde putperestlik yaşanırken Kur’an, buna vurgu yapmadan doğrudan doğruya Mekke tefecilerini, mustazaflarını ve hegemonlarını öne çıkarmak istemiş ve “Mülk Allah’ındır” demiştir.

O dönemde iktidarı, (gücü ve mülkü) elinde bulunduran Mekke’nin tefecileri, kendilerini Rabb olarak görürlerdi. Buna cevap olarak Kur’an; ilk surede “Rabb” ismini öne çıkartarak; “Rabb Allah’tır” dedi.

Kur’an, daha ilk sure olan “Alak” ta zenginliği kendine yeterli gören (istiğna) ile azgınlık (tuğyan) arasında bir ilişki kurmuştur.

Ardından (Kalem) “Bahçe sahipleri” kıssası anlatıldı. Burada “Kenz” etmeye kalkışmanın büyük bir felaket olduğu vurgulandı.

Kur’an’da sürekli olarak vermek (infak) emredildi. Biriktirmek yerildi.

Peki, Kur’an işe ilk olarak neden infak etmekten başladı?

  • Çünkü Mülk paylaşılamadığı zaman, ortaya açlık, ahlaksızlık ve yıkım (kıyamet) başlar. Tarih boyu bunların hepsi, paylaşmamaktan çıkmıştır.
  • Eğer bir yerde, toprak ve güç sahipleri, diğer yanda o topraklarda karın tokluğuna çalışan köle ve maraba olursa, açlık, ahlaki ve yıkım (kıyamet) sorunlar hiç bitmez!
  • Bu nedenle denilebilir ki mülke, paylaşım düzenine dokunmayan, bunun için söyleyecek sözü olmayan bir din aldatıcıdır!
  • Üzülerek ifade etmeliyiz ki, İslam’ın (Dinin) üzerinden daha otuz yıl geçmeden, dinden dönmeler (mürteci) başladı. Yani eski cahiliye mülk anlayışına geri dönüldü.
  • Yani Mürtet olanlar bir yandan namaz kıldılar, diğer yandan mallarını arındırmak istemediler. Yani “Zekât vermediler!” Kaldı ki, Oruç’un ruhu, Zekât’tır!

Görüldüğü gibi bazı insanlar, İslam’ın paylaşımcı düzeninden hiç hoşnut olmadılar. Kardeşlik iktisadını ve hukukunu bir türlü kabullenmediler. Sevgileri hep sözde kaldı! Bu yüzden olsa gerek ki İslam, hedeflerini gerçekleştiremeden tarihe geri döndü…

Hz. Muhammet; “Benden sonra birbirinizin boynunu vurmayın, Müslüman’a Müslüman kardeşinin canı, malı, ırzı haramdır” demesine rağmen, canlar heder edildi, mallar yağmalandı, ırzlara tasallut edildi.

İslamsızlık yüzünden insanlık, hırsına yenildi ve tatmin edilmez mal ve iktidar sevdasına gem vuramadı. İç savaşlarda dünyanın gözü önünde binlerce insanın/Müslüman’ın kanı döküldü.

Bugünde öyle değil mi?

Hâlbuki İslam o günler kölelere özgürlük diye gelmişti. Bu sese kulak kabartan Yarımadanın, Sasani ve Bizans’ın köleleri, ezilenleri, çaresizleri İslam’a koşup gelmişti.

Daha sonra çölde haykırılan bu ses duyulmaz oldu. İslam’ın o muazzam rüzgâr hızını kaybetti. Abuzer Rebeze çölüne gömüldü. Akabinde Ali yenildi.

Yeniden Sasani, Roma mülk/devlet/imparatorluk düzenine dönüldü. Köle ve cariyeye sahip olma yarışı başladı. Mal sahibi olmakla üstünlük hırsına girildi. Zenginler ile yoksullar arasındaki uçurum büyüdü.

Bugünde değişik şekillerde kölelik devam ediyor!

Dinin teorisinde bir sorun yoktu ama dini ve mülkü anlama zihniyetinde bir sorun oluştu. Bu sorun, bir sürü yanlışları beraberinde getirdi. Başta Kur’an ayetlerini anlama konusunda sorunlar oldu…

Ezberlenerek Kur’an mahcur bırakıldı. Duvarlara asılarak, mezar başında okunarak kutsandı.

Kitabın ilk ve esas konusu olan mülk meselesi unutuldu.

Aslında bu konuda genel geçer kural şuydu:

Eğer siz Kitap’ı terk ederseniz o da sizi terk eder.”

Hiç düşündünüz mü neden Peygamberimiz zengin olmadı?

Özetlersek:

Kur’an’ın/İslam’ın/Dinin ilk mesajı mülk üzerinden verildi.

Her şeyden önce Müslümanın mülk ile ilişki Adil ve eşitçe kurulmalıydı.

Toplumların temel ahlaki değerlerini koruyan ve kollayan genellikle orta sınıflarıdır. Eğer bu yapıdaki insanlar ahlaki değerlerini kaybederse, toplum hastalık üreten bir bataklıktan asla kurtulamaz.

Kur’an’ın ilk 23 suresi tekrar tekrar okunduğunda görülecektir ki; ilk eleştiriler hep Mekkeli mülk sahiplerine yöneliktir… İlk kıssa mülk (zenginlik-yoksulluk) meselesinin ele alındığı “Bahçe sahipleri” kıssasıdır…

Kur’an neden ilk olarak buradan başladı?

Çünkü bir yandan tüm toprakların sahibi “ağalar”, diğer yandan o topraklarda karın tokluğuna çalışan “marabalar” görülüyor…

Böylesi bir mülk düzeninden çıksa çıksa sömürü çıkar! Buradan çıksa çıksa efendi/köle ilişkisi çıkar!

Zaten de söylenildiği gibi oldu!

Bu sebepledir ki mülk paylaşım düzenine dokunmayan, buradan başlamayan, ekmek/aş verenin, yedirenin, doyuranın “Rabb” olduğunu söylemeyen bir din anlayışının içi boş ve hayattan kopuktur.

İşte İslam’ı içeriden ilk yıkan şey, eski cahiliye mülk ilişkilerine geri dönüş (irtica!) olmuştur. Dahası İslam başlamadan otuz yıl içinde bitti…

Cahiliye döneminin vahşi kapitalizmi, İslam’ın paylaşımcı mülk düzenini, yeni kardeşlik iktisadını kabullenemedi.

Hedeflerini gerçekleştiremeden tarihten çekildi. Hâlbuki peygamber zamanındaki ideallerin hedefine tam ulaşması ve insanlıkta kalıcı bir tarihsel dönüşüme neden olması için en az yüz yıla ihtiyaç vardı.

Mülk” (mal, iktidar) yüzünden iç savaşlarda dünyanın gözü önünde 90 bin kişi birbirini kesti. Emevi yönetim anlayışı “Muhammed’in adamları birbirini yiyor” dedirttiler.

Hâlbuki İslam, o günkü dünyada “Çölde yeni bir din (peygamber) çıkmış kölelere özgürlük (fekku raqabe) diyormuş” diyerek duyulmuştu…

Bu sese kulak kabartan Sasani ve Bizans’ın köleleri, ezilenleri, mahrumları, çaresizleri, İslam’ın içindeki mülk kavgasını görünce “Bu da diğerleri gibi” dediler ve umutsuzluğa düştüler.

İşte o an:

Çölde haykırılan ses” duyulmaz oldu. Dünyada esen o muazzam rüzgâr hızını kaybetti.

Ebuzer Rebeze’ye gömüldü, yıldızı söndü.

Ali’nin yenilmesiyle rüzgârı dindi.

Tekrar köle ve cariye sahibi olma yarışına girildi.

Uçsuz bucaksız mal sahibi olma hırsına geçildi.

Zenginler ile yoksullar arasındaki uçurum büyüdükçe büyüdü.

Son hak din” dahi buna engel olamadı…

Peki, dinin teorisinde mi bir sorun vardı yoksa onu anlamayan zihin mi sorunluydu?

Tabi ki ikincisi

Şunu soralım:

Acaba bir milyar insan hangi suçundan dolayı aç?”

Tüm Kur’an’ın mülke bakışı bunun içindir. Sürekli olarak verme (infak) emrediliyor, biriktirme, yığma yeriliyor. Kur’an’ın tek bir yerinde bile mülk biriktirmenin övüldüğünü görülmez!

Dinin/Kur’an’ın teorik içeriğinde bir sorun yok.

Bu Kitap ezberlenerek mehcur bırakıldı! Duvarlara asılarak, tapınaklarda, mezar taşlarına okunarak terk edildi. Kitabın ilk ve esas konusu olan mülk meselesi neredeyse bütün dini guruplar, cemaatler, mezhepler, tarikatlar tarafından unutuldu.

Hala öyle…

Eh; siz Kitap’ı terk ederseniz o da sizi terk eder!

Bakınız, cennetle müjdelenen on sahabe (Aşere-i Mübeşşire) içinde ilk üçü hariç (Ebubekir, Ömer, Ali) hepsi toprak ağasıydı.

Öteden beri hep merak ederdim!

Neden cennetle müjdelenen on sahabe içinde tek bir yoksul sahabe yok? Ebuzer nerede? Ammar? Bilal nerede?

Demek ki en önce din-u devlet tefessüh etti mi mülk-i millet bozulurmuş!

İşte İslam’ın bozuluşu buradan oldu, inşası da buradan olacaktır!

Mahmut AKYOL