EY YUSUF’UN RÜYASINI UNUTAN GENÇLİK: UYAN!

logo5

EY YUSUF’UN RÜYASINI UNUTAN GENÇLİK: UYAN!

Gençliği olmayan bir toplum uzun süre yaşamaz! Gençliği hasta olan toplum da öyle…

Hastalık kirden olur. Diyebiliriz ki, bugün İslamsız kalan insanlık kirlenmiştir. Bu kiri def etmedikçe insanlık rahat ve huzur bulmayacaktır.

Dışından Müslüman fakat içinden çürümüş, cihadı terk etmiş, bukalemun bir gençlikten ne kendine ve ne de içinde bulunduğu topluma bir yarar gelir.

Enteresandır; Mekke döneminde Müslümanlar arasında münafık yoktu. Münafık, Medine de ortaya çıktı. Daha sonra Hz. Muhammed’in arkadaşları (ASHAP) arasında bozulma olmuştur.

Münafık iyilikten, güzellikten ve doğruluktan uzak, bencil, içinde bulunduğu ortamı kendisi için avantaja çeviren “Yardımlaşın, verin, paylaşın” denildiğinde hemen oradan sıvışan demektir.

Yaptıklarıyla övünen, bulunduğu her ortamda itibar görmekten zevk duyandır.

Lakin münafıkça geçen bir hayatın hesabını vermek zordur. Peki, bu durum karşısında ne yapmalı ki insanlık huzur bulsun?

İnsanlık önce bencil, bulunduğu ortamda huzur bozucu, tedirginlik yaratan, çevresine karşı vurdumduymaz olmasın!

Eline imkân geçtiğinde gaddarca davranmasın!

Davranışlarıyla düşmana güç kazandırmasın!

Ama nedense bunları yapmak insana zor gelen davranışlardır. Hâlbuki Allah bu davranışları düzenlemek için insana akıl, vicdan, irade vermiştir ki, hiç bir mazeret ileri sürmesin.

Hayatın ve özgürlüğün zevkini almayanlar, zilletten kurtulamazlar. Yani; “Tarlada izi olmayanın harmanda yüzü olmaz!” kabilinden bir söz…

Şimdi size bir hakikatten söz edeceğim:

Yalnızlıktan kurtulmak için insanın önce Allah’a inanması gerekir. Fakat sadece iman ettik, sadece kabul ettik demekle iş bitmiyor.

Cenab-ı Hakk” bilinciyle yaşamak, Onunla irtibatı sağlayacak yollara kavuşmak, Ona kopmaz bir iple bağlanmak gerekir. Yani bilinçli olmak ve şuurlu yaşamak gerekir…

Zulüm yapmak, gurur ve kibir içinde bulunmak insanı doğruluktan uzaklaştırır, kişiyi yalancı eder. Yalancının cezası da çetindir. Yalancı küfre eşdeğer kavramdır. Yani küfür gerçeği örtmek demektir.

Her türlü yapılan kötülük, cimrilik, kıskançlık, gönül darlığı gibi şeylerin tümü, yalanla ortaya çıkar.

Günaha ve gaflete kapılmış insanın yanında hep şeytan dolanır. Şeytan (kötülük), tüm kötü duyguların sembolü, tüm vesveselerin kaynağıdır.

Kötü duyguları içinde besleyenler, her zaman sahte iş yaparlar. Sözleri her zaman yalandan ibarettir. Çünkü içlerinde KİBİR, HIRS ve HASET beslerler…

Kötülük içinde olanlar, daima yapamayacakları şeylerin ardına düşerler. Yapmadıkları şeyleri yapıyormuş gibi söylerler.

İşte bütün bunlardan vazgeçip, sadece Allah’a inanmak insanı yalnızlıktan kurtarır. Her şeye sahip bir gücün yanında olmasını hissetmek imanın kendisidir…

İşte günümüzde insanlık ve gençlik bu sebepten dolayı yalnızdır! Bugün olduğu gibi işleri kandırmacadır, sahtedir, sözü yalandır, işleri kötülüktür, arkadaşı şeytandır, her şeyi gurur, kibir, haset, cimrilik, kıskançlıktır!

Bakar mısınız hayat sahipsiz ve hiçbir şey sebepsiz değildir. Hayatın düzen ve ahengini bozan cahil ve zalim insandır.

Bunun için insan ne yapmalıdır?

  • Güzel ahlaklı olmalıdır.
  • Karşılık beklemeksizin iyilik yapmalıdır.
  • Allah’ı görüyormuşçasına ve ahirete gidip gelmişçesine yaşamalıdır.
  • Ya hayır söylemeli ya da susmalıdır.
  • Boş boş konuşmamalıdır.
  • Allah’ın ayetleri karşısında ilgisiz kalmamalıdır.

Ardından da:

Ey Allah’ım!

Bu hayatı Sen boşuna yaratmadın” demeli,  Müteakiben de Gökten suyu indiren, su ile yere hayat veren sensin demelidir.” Bunun ötesinde:

  1. İyilik, güzellik ve doğruluk için çalışmalı,
  2. Hep şükredici olmalı,
  3. Nankör olmamalı,
  4. Övülmeye layık olanın tek Allah olduğunu aklından çıkarmamalı,
  5. Bir iyiliğin yanında, bir kötülüğün karşısında durmalı,
  6. Kötülüklerin ortadan kaldırılması için gayret göstermeli,
  7. Sabırlı olmalı, isyan etmemeli,
  8. Kendini beğenip gururlanmamalı,
  9. Hiçbir şeye hor değil, sevgi, merhamet ve şefkatle bakmalıdır.

İşte insan bu ve benzer düşüncelere ulaştığında hayatta yalnız olmadığını anlayacaktır.

Eğer insan bu noktalarda birbirini takdir etmiyorsa, birbiri için fedakârlık yapmıyorsa, hele aile içi iletişim, sevgi ve saygı ölmüşse, verilen sözler unutulmuşsa, hak ihlalleri yapılmış ve birlikte geçirecekleri zamanları kalmamışsa, o zaman insanların stres içinde oldukları söylenebilir.

Bu stres bir mikroptur, çocuklara da hemen sirayet eder. Ana/babası olsa bile çocuklar yalnızlığa mahkûm olur. Çünkü stresli bir ortamda büyüyen çocuklar, mutsuz olur. Mutsuz çocuklar toplumun temeline konulan dinamit gibidir. Günümüzde olduğu gibi…

Toplumda meydana gelen olayların sonuçları bir anda görülmez, görülmesi zaman alır. Fakat bazı olaylar vardır ki, bağırarak gelir. Eğer birileri kör değilse görür, sağır değilse duyar, vicdansız değilse anlar.

Dün uyuşturucu kullanan parmakla gösterilirdi. Bugün tümen tümen…

Dün uyuşturucu kiloyla yakalanırdı, bugün tonlarca…

Geçtiğimiz günlerde Narko-Timlerin ne maksatla kurulduğunu resmi ağızlardan duyduğumda içim yanmıştı. “Millet nereden nereye gelmiş” demiştim.

Ülkenin coğrafi sınırlarını korumak adına her şeyini ortaya koyabilirsin.  Lakin sosyal ve kültürel sınırları korumak “AHLAK” olmadan olmaz!

Bakar mısınız?

Ülke uyuşturucu cenneti, Mafya/Çeteleri güpegündüz sokak ortasında savaşıyor. Sokaklar Texas… Çalan çalana… Kapan kapana… Yakan yakana… Yıkan yıkana…

İnsanlık dünyasında sahte sevgiler… Her şey çıkar, her şey menfaat için… Ahlaki değerlerin sınırları zorlanıyor!

Ülkemin Aydınları ve siyasetçileri, “Bu gidiş nereye?” diye sormuyor, seslerini yükseltmiyor! Onların derdi de çıkar/menfaat…

Kimse “helal/haram” tanımadan sahip olmaya çalışıyor! Bu yolun yol olmadığını bir Allah’ın kulu çıkıp söylemiyor! Masum vatandaşın lokmasına göz diken Vahşi Kapitalizme kimse dur demiyor!

Aç ve sefil insanların ayak seslerini duyar gibi oluyorum!

Bu toprakların ekmeğini yiyen biri olarak diyorum ki:

Bu millet, bu toprakları vatan yaparken, özgürlüğünü ve bağımsızlığı kazanırken, bu bayrağı, bu Cumhuriyeti inşa ederken; Komutanla/Hoca, Dedeyle/Aşiret Ağası aynı safta, yan yana vuruştular! ” Canlarını, kanlarını aynı ülkü uğruna verdiler.

Şimdi sen:

Ey Millet Evladı! Uyuşturuluyorsun, uyan!

Kapitalist Dünyanın gözü ekmeğinde, uyan!

Armageddon savaşı dünyayı kurtarmak için değil, yok etmek için başlatılmak isteniyor, uyan!

Liberal büyücü ve kâhinlerinin söyledikleri demokrasinin tümü yalan! Hepsi efsun, hepsi büyü, uyan!

Türkü/Kürde, Arabı/Aceme, Şii’yi/Sünni’ye, sağcıyı/solcuya, laiki/ İslamcıya kırdırma siyaseti düşmanın bir oyunu, Uyan!

Kalk ve tükür asrın maskeli vicdanına… Tükür medeniyet denilen tek dişi kalmış canavara… Sözün namusu adına, insanlık vicdanı adına, kirletilen namuslar adına tükür!

Sonrada Yusuf’un rüyana dön! Hem de coşku ve heyecanla dön!

Eğer gençlik rüyasının ne olduğunu unuttuysan, Yusuf’tan sor! Onun hayatı da, rüyası da sensin!

Her tür yalanı, dolanı, entrikayı kuyu dibinde bırakan Yusuf, nasıl saraya, oradan da erdemin, dürüstlüğün, sözün, namusun, yiğitliğin, mertliğin zirvelerine çıktıysa, sende bu zirvelere çık!

Yeter ki gömleğini arkandan çeken bir Züleyha olmasın!

Mahmut AKYOL

ALLAH’TAN BAŞKA KİMSE GAYBI BİLMEZ!

logo5

ALLAH’TAN BAŞKA KİMSE GAYBI BİLMEZ!

İnsanoğlu Gaybı bilebilir mi?

Hemen söyleyelim hayır!

Peki, bu insan; “ben bilirim, bana yazdırılıyor, ben bilgi alıyorum, bana Gayıptan bilgi geliyor ” derse?

Hemen söyleyelim!

Bu eşyanın tabiatına aykırıdır. Çünkü insanın kazandıkları kesbidir.

Aklıma şu sorular geliyor:

  • Acaba kendilerini kutup, gavs, gavsı azam ve bilgelik makamlarında görenler görevlerini niçin yapmıyor ve niçin tasarruflarını kullanmıyorlar da, ümmeti acılar içinde ve açlığın pençesinde inletiyorlar?
  • Yoksa bu kimseler Yahudilerde olduğu gibi kendilerini seçilmişler sınıfında mı görüyorlar?
  • Yoksa bu kimseler Hintliler de olduğu gibi kendilerini kast sisteminde mi görüyorlar?
  • Yoksa bu kimseler Allah’a yardım mı (!) ediyorlar?
  • Yoksa bunlar Ümmete yardım için ahireti mi(!) bekliyorlar?
  • Kaldı ki Allah’ın böyle seçilmiş bir sınıfı, tayfası ve kişisi yoktur.
  • Şayet olmuş olsaydı bu tevhide aykırı olur, İslam’a ters düşer, bu dinin afyon yüzü olurdu. Kaldı ki Allah Peygamberlerine apaçık uyarıcı olmaktan başka bir iş vermemişken, bu kimseler; bu görevi kimden ve ne adına almışlardır?
  • Peygamberlerin ölmeleriyle birlikte görevleri son buluyorken, acaba bu kimseler öldükleri halde hala görevleri neden bitmiyor, tekrar tekrar dünyaya geri geliyorlar?
  • Aslında bunlar Şamanizm’den kalan bir alışkanlıktan başka bir şey değildir.
  • Gördüğüm o ki, atalar ruhuna sığınma hala devam ediyor!

Gayb, Kuran’da geçen bir kavramdır. Ve şöyle denilir:

Söyle onlara: Göklerde ve yerde Gaybı Allah’tan başka kimse bilmez.  Ne zaman dirileceklerini de bilmezler.” Neml 65

Hal böyle olmasına rağmen insanlar, diğer insanlar üzerinde neden bir otorite ve bir hegemonya kurmak isterler!

Geçmişe dönecek olursak, sorunun cevabı karşımıza çıkar.

Firavunlar güçlerini kâhinlerden, falcılardan ve cincilerden alırdı. Onlar Firavunlara yalan söyledikçe, Firavunlar onlara emsalsiz hediyeler verirlerdi. Çünkü onlar Firavun’un siyasi otoritesini güçlü kılmak uğruna ellerinden geleni yaparlardı.

Kâhinlik, cincilik ve falcılık bugün de aynı güncelliklerini korumaktadırlar. Bu yol hala birileri için geçim kaynağı olmaya devam ediyor.

Hayrete şayandır ki bu kavramların kaynağı İsrail oğullarına dayanır. Hz. Peygambere de büyü yapmaya çalışanlar ve bu yolla O’nu öldürmek isteyenler yine Yahudi kökenli kimselerdir.

Aslında kimse sonunun nereye varacağını bilemezken ve Allah; “Gaybı benden başka kimse bilemez” derken; kâhinler, falcılar ve cinciler “biz biliriz” demeleri, Kâfirlikten başka bir şey değildir.

Yazık ki, Müslümanlar arasında bu yapılar hala revaçtadır…

De ki: Gaybı bilmek Allah’a mahsustur.” Yunus 20

Göklerin ve yerin sırlarını Allah bilir. Bütün iş ve oluş O’nun ile olup biter. Yalnız O’na ibadet et ve O’na dayan. Rabbin yapıp ettiklerinizden asla habersiz değildir.” Hud 123

Gaybı Peygamberler dahi bilmezler:

Ben size “Allah’ın hazineleri benim yanımdadır” demiyorum. Ne Gaybı bilirim, ne de “Ben bir meleğim” diyorum. O sizin aşağıladıklarınıza, ”Allah onlara hiçbir hayır vermemiş” diye hele hiç diyemem. Çünkü içlerindekini en iyi bilen Allah’tır. Aksi halde haksızlık etmiş olurum” dedi.” Hud 31

Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır.” Enam 59

De ki: Eğer ben Gaybı bilseydim elbette daha çok hayır yapmak isterdim ve bana hiçbir fenalık dokunmazdı. Ben sadece inanacak bir halk için uyarıcı ve müjdeleyiciyim” Araf 188

Gaybı cinler de bilmez!

Cinler Gaybı bilselerdi, zelil edici azap içinde kalmazlardı.” Sebe 14

Ayet şöyle açılanabilir:

Süleyman’ın dayandığı asa onun devlet ve saltanatıydı. Asayı kemiren kurtta oğlunun idaresizliği ve zaafıydı. Cinler de Süleyman’ın egemenliği altına aldığı isyancı kabilelerdi. (Ömer Rıza Doğrul)

Süleyman’ın ölümünden sonra oğlu zevke ve sefahate dalarak imparatorluğu içten içe çürüttü.

Sonunda egemenlik altına aldığı Babil(cin), Sebe(Karınca), Mısır(İnek), Hitit(kuş) ve Fenikeliler (rüzgâr) bir bir isyan etti. İmparatorluk böylece dağılıp gitti…

Demek ki bir devlet veya uygarlık kendi “içerisinden” çökmedikçe, dışarıdan çökertilemez! Dış darbe sadece içten çürümüş bastona sadece bir dokunuştur.

Başka bir açıdan Gayb şöyle okunmalıdır:

  • Hakkında bilgi sahibi olunsa bile künhüne vakıf olunamayan, insan için daima Gayb olarak kalacak olan konulardır. “Allah ve Ahiret günü, haşr, mahşer, cennet, cehennem, kıyametin vakti” gibi konular…

Yani Gayb, Allah’a ve Ahiret Gününe kalpten, içten, derûni dilden ve canı gönülden iman etmek olarak anlaşılmalıdır. İman, hasbiliktir ve yalnız başına yapılan şeydir. İman, özgürlüğün adıdır. İman, yaşam biçimidir.

İman ve ibadetin her ikisi de hayatın içinde olan şeylerdir. Onları mabetlerde ararsanız, bulamazsınız. Bulduklarınız da dinin ve ibadetin afyon yüzüdür.

Allah’a ve Ahiret gününe iman konuları, dünya ile ilişkisi kesilmiş şeyler değildir. Yakınlaştırmak için yapılan tasvirlerin hemen hepsi, dünyadaki bilinenlerden seçilmiş olan şeylerdir.

Mesela, Allah’ın nurunun misali; bir kovuğun içinden yayılan ışığa benzetilir. Allah’a kavuşmak isteyenlerin iyilik, güzellik, doğruluk için çalışmalarından söz edilir.

Mesela altlarından ırmaklar akan, serin gölgelikler ve pınar başlarındaki cennetlerden, alev alev yanan, çalı çırpı gibi her yana kıvılcımlar saçan, kıpkırmızı kesilmiş cehennem gibi tasvirler yapılarak anlatılanların hepsi dünyadaki bilinenlerdir.

Bunlar bize dünya ve Ahiret’ in birbirinden ayrı bambaşka iki âlem olduğu değil, biri diğerinin devamı ve zorunlu sonucu olduğunu gösterir. Geceden sonra gündüzün, kıştan sonra baharın gelmesi gibi dünya ve ahiret de birbirinin içinden çıkarak gelecektir.

  • Hakkında bilgi sahibi oldukça Gayb olmaktan çıkan “Kıssalar, melek, şeytan, cin ve ruh” gibi konulardır. Bunlar bilimsel metotlarla açıklanmaları mümkün olup bilginin konusu olan şeylerdir.

Kuran’da çok sık kullanılan göklerin ve yerin Gaybı, yeryüzünde ve göklerde olup biten bilinmezlikleri, yerin derinliklerinde, suların altında, ormanların içinde, uzayın derinliklerinde vs. olup bitenler ne ise, onları o şekilde bilen Allah’tır. Amenna…

Fakat bunları bir de Allah’ın razı olduğu, kendilerine ilim verilenler, bu konuların uzmanı olanlar, derinine dalanlar, bilgi ve belge sahibi olanlar bilir denilmektedir.

Kuran’da Elçi (resul) her yerde peygamber anlamında kullanılmaz. Kur’an’da ulema sanıldığının aksine dinî ilimlerle uğraşanlar demek değil, esasında tarih, hayat, tabiat ve insan ilimleriyle uğraşanlardır.

Din, bu ilim sahiplerinin konusu olduğu sürece ilim olur. Aksi halde bunlardan koparak yapılan dini ilimler cincilik, falcılık, kehanet olur.

Yeryüzünü gezin, eski kavimlerin kalıntıları hala yol kenarlarında duruyor, onlara bakın, onlar size çok şey söyleyecektir.

Tabii ki onları görecek göz, duyacak kulak lazım. Arkeoloji, antropoloji bilmek gerekir.

Sonuç:

İnsanoğlu daima toprak olup gitmekten, yalnızlıktan, aç kalmaktan ve ölmekten her zaman korkmuştur.

Ayrıca İnsanoğlu hayatı boyunca geleceğinden endişe duyar. Çünkü bu konular, insanoğlu için Gaybı konulardır. Fıtratı gereği insanoğlu görünmez şeylerden, karanlık işlerden her zaman korkmuştur.

Eğer insanoğlu, Allah’a ve Ahiret Günü’ne gerçekten iman etmiş olursa, bu derece korkmasına ve endişe duymasına gerek olmaz.

Mesela Sümeyye Hatun ve eşi Habbab şehit edilirlerken, Hz. Peygamber’e: “Üzülme Ey Muhammet, biz cenneti görüyoruz” demişlerdi…

Eğer insanın gözünde bir şeyler küçülür, bastığı toprak titrer ve üstündeki arş sallanırsa bu, insanın Allah’a tam olarak inanmasından ve güvenmesindendir.

Mahmut AKYOL                     

TEFRİKANIN SEBEBİ CAHİLLİK, ÂLİMLERİN KİBİR VE İNADI, MÜSLÜMANLARIN MEZHEP, TARİKAT VE DİNİ GÖRÜŞ AYRILIĞIDIR…

logo5

TEFRİKANIN SEBEBİ CAHİLLİK, ÂLİMLERİN KİBİR VE İNADI, MÜSLÜMANLARIN MEZHEP, TARİKAT VE DİNİ GÖRÜŞ AYRILIĞIDIR…

İnsanlar için hesap vakti yaklaşıyor. Onlar ise hala gaflet içinde aldırmıyorlar.’ Enbiya 1

  1. Sor: Göklerde ve yerde ne varsa kimindir?” Cevap ver: “Sevgi ve merhameti kendine farz kılmış olan Allah’ındır!’ En’am 12
  2. Rabbin isteseydi bütün insanlığı bir tek ümmet yapardı. Bu yüzden birbirlerine karşı çıkıp duracaklardır. Ancak Rabbinin sevgi ve merhameti ile bağışladığı kimseler hariç, zaten Allah onları bunun için yarattı.’ Hud 119
  3. Biz seni insanlığa yalnızca sevgi ve merhameti (yayman) için gönderdik.’ Enbiya 107

Bu ayetlerin birincisi yaratanın neyi temel amaç edindiğini,

İkincisi insanoğlunun ne amaç için yaratıldığını ve

Üçüncüsü insanların içinden peygamberlerin ne amaçla seçildiğini açıklıyor ve Peygamberlerin esas amacının kalpsiz dünyanın kalbi olmak, vicdanı kurumuş insanlığın vicdanı olmak ve insanlar arasında sevgi ve merhameti yaymak olduğunu gösterir.

Hepsinde de ortak aynı kelimeler; ‘sevgi ve merhamet.’

Kur’an-ı Kerim’ de denilmiştir ki:

Rahmân, iman edip iyilik, güzellik, doğruluk için çalışanların etraflarında bir sevgi halesi oluşturur.’ (Meryem; 90)

Demek ki biz, dünyada iman ettikten sonra iyilik, güzellik, doğruluk için çalışmalı, akabinde de yaptıklarımızdan hesaba çekileceğimizi unutmamalıyız.

Biz böyle inanırız. Zira biz Müslümanız. Müslümanlar böyle inanır! Allah’ım bu noktada bizi ve içimizi sabit kıl…

İnsan başıboş bırakılacağını mı sanıyor?’ Kıyamet; 36

Demek ki biz, haksızlık kimden gelirse gelsin, kime yönelik olursa olsun, mazlumdan yana olmak durumundayız.

Müslümanlar böyle inanır!

Eğer siz farklı düşünüyorsanız, siz işi ehline vermek, liyakati esas almak, adaletin mülkün temeli ilkesini kabul etmek istemiyorsanız ben ne yapayım…

Üzülerek açıklayalım ki bugün Müslümanlar dini, mezhebi, politik, etnik, felsefi, vicdani kanaat farklılık sebebiyle ayrışıyor, çatışıyor ve savruluyor. Hele Adalet ve merhamet konusunda ciddi şekilde zaaf yaşıyor.

Bizi birbirimize düşürmek isteyen düşmanların ortasında kaldık, onların yalanlarına kolayca kanıyoruz…

Peygamberimiz bir taraftan ‘ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim’ derken, beri yandan onun ümmeti bizler cahillik, tefrika, fitne ve ahlaksız davranışlar içinde boğuluyor, bilmediğimiz şeylerin peşine düşmekten geri durmuyoruz.

Müslümanlar kardeştir.

Bu tarikat kardeşliği değil, din kardeşliğidir. Bu çerçeveyi kimse daraltamaz. Lakin kibrimize ve hırsımıza engel olamıyoruz!

Ne yazık ki, bugünkü kendini cemaat olarak tanımlayan gruplar, başka Müslümanları Allah’a, Resulüne ve Allah’ın Kitabına çağırmıyorlar, kendi örgütlerine, kendi fikirlerine çağırıyorlar, kendileri gibi düşünmeyenleri rakip görüyor ve dışlıyorlar. Sizin musalla taşında Meyyit gibi olmanızı istiyorlar.

Cemaatler liderlerini mutlaklaştırıyor. Siyaset kurumu da buna dâhildir. Cemaatler liderlerini masum görüyorlar. Cemaat liderlerinden öyleleri de var ki; hâşâ Allah’la görüştüğünü, Resulullah’la halvet ettiğini söylüyor.

Cemaatler mezhep, parti ve tarikat önderlerini adeta Rab ediniliyor. Onun görüşü tek doğru olarak görülüyor. O görüşte olmayanları kolayca tekfir ediliyor.

Buna rağmen ey Müslüman:

Gelin hep birlikte Allah, Resul ve Allah’ın Kitabına sarılalım. Bu dünyada tartışıp durduğumuz şeylerin hakikati bir gün bize gösterilecektir. O zaman da iş işten geçecek, çok üzüleceğiz…

Bugün kendine cemaat diyen yığınla topluluk var. Hangi cemaate, partiye, vâkıfa veya gruba gitseniz, size vahdetin öneminden söz ederler.

Evet, herkes vahdet diyor ama kendi lideri, kendi örgütü ve kendi görüşü etrafında bir vahdet istiyorlar!

Burada unutulan bir şey var, İslam kardeşliği evrenseldir, Zira Müslümanların inandıkları şeyler evrenseldir.

Fakat bir hakikat ta şudur. Müslümanlar kendi içinde bile bu kardeşliği, bu mezhep, parti ya da tarikat birliğini sağlayamamıştır.

Resûlallah’ın vefatında sahabeler namaz için bile bir araya gelememiştir.

Peki, burada ne vardı? Kavmi üstünlük ve iktidar hırsı…

Bugün de böyle değil mi?

Merhum Erbakan Hoca İslam ümmetini birleştirmek istiyordu, ama vefatının yıldönümü itibariyle oğlu, kızı, gelini, damadı, kardeşi, Partideki dava arkadaşları bir araya gelemedi.

Laf ile âleme nizam vermek kolay ama gerçek ortada.

Şeytan boş durmuyor, fazla mesai yapıyor. İşin içine para iktidar ve makam hesapları girince iş zorlaşıyor!

Buna rağmen ey Müslüman:

Gelin hep birlikte vahdete doğru yürüyelim. Allah’ın ipine tutunanlardan, iman edenlerden, iyi işler işleyenlerden, sabredenler ve sabrı tavsiye edenlerden olalım…

Bakın Müslümanlar Şii ve Sünni olarak gruplara ayrıldı, daha sonra bunlarda kendi aralarında ayrılmış vaziyette. Böylece din ideolojileşiyor, ideolojiler dinleşiyor.

Bunlar felaket şeyler.

Herkes kendi mehdisini bekliyor!

Sorun da burada ya!

Âlimler, irfan ve hikmet sahibi insanlardır. Gerçeğin bilgisine de sahiptirler. Ancak bu konuda da sorun var? Bırakalım bu derin konuları da biz dünyaya dönelim!

İman etmeden cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmeden gerçekten iman etmiş sayılmazsınız.’

Acaba bugün Müslümanlar birbirini ne kadar seviyor. Ben söyleyeyim:

Nerede ise birbirine selam bile vermiyor.

Tefrika girmeden bir millete düşman giremez, toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.

Dindarlığın namazla, oruçla olmadığını söyleyen bizzat Hz. Peygamber’in kendisidir. O buyurdu ki:

Dindarlığın ölçüsü, bir güç eline geçtiğinde onu kullanma biçimiyle alakalıdır. Hazineyi nasıl kullandığıyla alakalı bir durumdur. Dindar insanı anlamak için siz, onun dinar ve dirhemi nasıl kullandığına bakın.’

Demek ki düşüncelerinizi teste tabi tutun. ‘Ya böyle değilse’ sorusunu sorun…

Ya atalarımız yanlış yaptılarsa’ sorun…

Bunları sormaktan korkmayın, dinden çıkmazsınız.

Haykır dünyaya; ‘Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın Elçisiyim. Allah’tan başka tanrı yoktur. O yaşatır ve öldürür. Öyle ise Allah’a ve halkın bağrından çıkmış peygamberine -ki o da Allah’a ve O’nun sözlerine inanmaktadır,-O’na uyun ki doğru yolu bulasınız!’ Araf/158

Bu ayetin iyi okunması lazım…

Zira Oradan İslam’ın kapısı açılır ve oradan girilir.

Kur’an, ‘Allah’a ve Ahiret gününe’ imanın saf bir iman olmasını, kendisine yoldaş olacakların kendisinden ve Allah’tan şüphe duymamasını istiyor. Allah’ın dış dünyada görünen bir nesne olmadığı aklen biliniyor.

Allah’ı görüyormuşçasına, Kıyameti de sanki gidip gelmişçesine iman edilir. Her ikisi de bilginin konusu değil, imanın konusudur.

Kur’an duvarlara asılan ve ölülere okunan bir kitap değildir. Yasin/70

Kur’an, dirilerin sorunlarını çözmek üzere gönderilmiştir. Bu böyle anlaşılmıyorsa, ben ne yapayım…

Burada kimseye hakaret ve iftira etmeden, hiç bir şeyi ters yüz etmeden Kur’an’ı, hayatı, tarihi, tabiatı ve İslam’ı anlamak gerekir. Tevhit inancını parçalayan İsrailiyat kültür ve Tevrat Şerhlerine kaymamak gerekir.

Mesela Âdem’in Cennetten çıkarılması, Havva’nın Âdemin kaburgasından yaratılması gibi…

Çünkü tahrif edilmiş İsrailiyat din anlayışı mucize ağırlıklıdır. Her şeyde insanı tehdit ve korkuyla yöneltir.

Hâlbuki Kur’an ‘akledin’, ’düşünün’ derken geçmişte olan şeylerin bugünde olması gerektiğine vurgu yapar. Yani Hz. İbrahim’e parçalattırılan kuşların bu güne kadar bir tekrarı daha yapılmış değildir. Zaten Allah’ın böyle bir ikna metodu da yoktur. Bütün Peygamberler tebliğlerini söz üzerinden yapmışlardır.

İslam bu yönleriyle bilinmiyorsa, ben ne yapayım…

Mahmut AKYOL

 

DİRİLERİN ÖLÜMÜ, ÖLÜLERİN DİRİLİŞİ

logo5

DİRİLERİN ÖLÜMÜ, ÖLÜLERİN DİRİLİŞİ

Önce Kur’an-ı Kerimde ki şu muhteşem duayı okuduktan sonra, asıl söze başlayalım…

‘SEVGİ VE MERHAMETİ SONSUZ ALLAH’IN ADIYLA’

PEYGAMBER ve onunla birlikte olan mü’minler, Rabbi tarafından ona indirilene iman ederler. Hepsi Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine inanırlar.Allah’ın peygamberleri arasında ayrım yapmayız, duyduk ve itaat ettik. Ey Rabbimiz bizi bağışla, varış Sanadır.” derler. (Bakara Suresi 285)

Allah hiç kimseye taşıyamayacağından fazla yük yüklemez.  Herkesin yaptığı iyilik kendi yararınadır, her kötülük de kendi zararınadır. Ey Rabbimiz! Unutur veya yanılırsak bizi hesaba çekme. Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yükler yükleme! Ey Rabbimiz! Güç yetiremeyeceğiz yükleri bize taşıtma. Günahlarımızı affet, bizi bağışla, sevgi ve merhametini eksik etme üzerimizden. Yar ve yardımcımız Sensin, kâfirler güruhuna karşı bize yardım et…’ (Bakara Suresi 286)

Bizim coğrafyamızda ölülere yapılan muamele, toprağa gömme şeklindedir. İnsan öldükten sonra tabuta konulur, musallaya getirilir, duası yapılır, toprağa gömülür. İşin gerçeği budur.

Hindu inancında insan öldükten sonra yakılmak suretiyle ırmaklara, havaya külleri savrulur.

Genellikle şehirlerin, kasabaların kenarlarında mezarlıklar vardır ve ölmüş insanlar gömülmüş vaziyette yatarlar. Bunda yaşayanlar için sayılmayacak ibretler vardır.

Kur’an’ı Kerim ölü insanlardan bahsettiği gibi ölmüş şehirlerden de bahseder.

Mesela Bakara suresinin sonlarında ölmüş bir şehrin nasıl dirileceğinden bahsedilir. Yani şahıslar ölmüşse onun dirilişi aydınlanarak; şehirler ölmüşse dirilişi hukukla olur.

Kur’an’da ölülerin dirilişi, kıyamette ayağa kalkışı bir şekilde olacaktır. Bunun bu şekilde olmaması için hiçbir sebep yoktur.

Kur’an genellikle ölüm, diriliş ve hesap günü etrafında döner. Birçok ayetle de dirileri uyandırmak içindir. Mesela Yasin Suresi 70. Ayette olduğu gibi. “Bu Kur’an ancak aklı diri; kalbinde hayat ışığı olanları uyarmak ve Allah’tan gelen gerçekleri örtbas edenlerin üzerine de azapla ilgili sözün hak olduğunu bildirmek üzere indirilmiştir.”

Gâme’ ayağa kalktı demektir. ‘Gıyâmet’ de ayağa kalkış demektir. ‘Yevmu’l-gıyamet’ ayağa kalkış günü veya ayağa kalkış zamanı demektir.

Hz. İbrahim üzerinden anlatılan bir kıssa şöyledir:

Ölmüş olan bir şehirle sembolik olarak konuşmaya girilir:

-‘üzerinden kaç yıl geçti?’

Diye sorulan şehir dile gelip cevap verir,

-‘100 yıl geçti’ der.

Üzerinden 100 yıl geçmiş, hiçbir yaşam belirtisi kalmamış bir şehrin dirilişi şöyle anlatılır:

Eğer bir şehirde hukuk ortadan kalkmışa,   kurallara uyulmamışsa, helal haram çiğnenip geçilmişse, öldürme, çalma, iftira atma, zulmetme, baskı uygulama, aldatma, çevreye, doğaya, hayvanlara, Allah’ın yarattığı her şeye zarar verme haddi aşmışsa, katliam yapma, rüşvet alıp/verme başını alıp gitmişse o şehir ölmüştür.

Eğer insanlar, can güvenliğin olmadığını düşünürlerse, yavaş yavaş başka diyarlara göçerler. Böylece; şehir, mahalle, devlet çöker. İşte Kur’an-ı Kerim o şehre, o diyara ölü diyar der.

Eğer bunlara geri dönülürse, yüzyıl geçse de o şehirde hayat tekrar canlanır…

Şeriat su kaynağına giden yol demektir. Esasında şeriat hukuk demektir. Hukuk toplumun can damarıdır. Nasıl ki su tarlaları canlandırırsa, yeryüzünü yeşertirse, hukuka da uyulursa; toplum canlanır, hayat yeşerir.

Rivayet edilir ki:

İbrahim’in babası Nemrut’a sadık birisiydi. İbrahim’i babası Nemrut’a ihbar etti. Nemrut İbrahim’i çağırdı. Aralarında bir sürü tartışmalar geçti.

İbrahim, kendi heykelini yaptırıp taptıran Babil hükümdarı Nemrut’u Allah’ın dinine davet etti. Bu daveti Nemrut kabul etmedi.

İbrahim Babil’e, oradan da kardeşinin oğlu Lût, hanımı Sare ve bir mü’min topluluğu ile birlikte Urfa’nın güneyinde bir kasaba olan Harran’a hicret etti.

-Ey İbrahim! Eğer ölülerin nasıl diriltileceğini görmek istiyorsan şu örnek senin için yeterlidir

Dört tane kuş bul. Kuşlardan dört gurup yap ve onları seslendiğinde sana gelecek hale gelene kadar alıştır. Bu alıştırmayı tekrar tekrar yap. Kuşlar iyice alıştıktan sonra her birini bir dağın tepesine koy. Sonra onları çağır. Onların sana hızla geldiklerini göreceksin. İnsan ruhlarının içinde bir ömür geçirerek iyice alıştıkları bedenlerine tekrar geri dönmeleri de böyledir.

Demek ki bir ayağa kalkış olması için, bir dirilişin olması gerekir. Onun için kişilerin aydınlanması ve şehirlerin hukukla canlanması gerekmektedir.

Demek ki ölü toprağı üzerine serpilmiş bir halkın, esaret altında yaşayan bir milletin ve yaşam belirtileri son bulmuş bir kitlenin şuurlanıp, bilinçlenip, aydınlanıp ayağa kalkışı kıyameti oluyor. Yani bunun gerçekleştiği günde yevmil kıyame/ayağa kalkış günü olmuş oluyor.

Demek ki ölülerin kıyamı, yaşamdan ümidini kesmiş, göçmeyi, gitmeyi, intihar etmeyi düşünür hale gelmiş insanların umuda, yaşama dönmesi, hayata sarılması, hayata dönüşü anlamına geliyor.

Peygamberin bu anlamdaki sözlerini yakın bir tehlike olarak gören Mekke’yi yönetenlere Peygamber demiş ki:

Siz bu halkı esir ettiniz, uyuşturdunuz, afyonlaştırdınız, tefecilik yaparak sömürdünüz. Ama Allah’tan gelen nur ile aydınlanma ile (Kur’an-ı Kerim kendisine nur der) bu halk ayağa kalkacak, kıyam edecek, ölmüşken dirilecek ve kendi geleceğine, hayatına sahip çıkacak’ dedi.

Mekke’nin ileri gelenleri, tefeci Bezirgânları Hz. Muhammed’e çok kızdılar ve ‘bu adam çok tehlikeli şeyler söylüyor’ dediler.

Eğer ölülerin dirilişi, bugünkü gibi anlaşılsaydı Peygamber, Mekke’den Medine’ye göç etmek zorunda kalmazdı, Peygamber’e suikast düzenlenmezdi.

Bedir, Uhud ve Hendek Savaşı olmazdı. Medine’ye 63 kez saldırılmazdı. Bütün bunlar neden oldu?

Yakın bir tehlike olarak gördükleri için oldu. Fakat işi onlar böyle anlamadılar. İşin doğrusu da buydu.

Kaldı ki Hz. Muhammed, mezarlıklarda ölmüş, tabutla mezarlıklara koyduğumuz insanları, çürümüş kemikleri onların dirilişini kastediyorum’ deyince, bunu yakın bir tehlike olarak görmediler.

Eğer Hz. Muhammed, ölüler dirilecek ama bu şehrin/halkın dirilişidir, ayağa kalkışıdır, kıyam edişidir deseydi; tefeciler için çok tehlike olurdu.

Zaten o tür bir dirilişe müşriklerde inanıyordu. İnanç olarak inanıyorlardı. Bir gün gelecek ve ölmüş insanlar, mezarlarından dirilecek ve Allah’ın huzurunda, yapıp/ettiklerinin hesabını vereceklerdir.

Kur’an’da ölülerin dirilişi daha çok sembolik manada kullanılmaktadır. Yani mezarlıklardaki ölülerin dirilişi bir inançtır. Fakat insanların dirilişi, şehirlerin dirilişi bir yaşayan sosyolojidir.

Öbür dünyada aslında bu dünya demektir. Adı üstünde öbür dünya sınırların, sınıfların, sömürünün, saldırının ve savaşların kalktığı, adaletin ve barışın geldiği bundan sonraki kurulacak olan öbür dünyadır, (ahiret).

Ben inanıyor ve iman ediyorum ki eğer öbür dünyaya giden yol, şu anki dünyada olmasaydı, eninde sonunda bilmediğimiz bir yerde, Allah’ın katında illaki olacaktı.

Mutlaka ahirette İlahi adalet tecelli edecek, hakkı olan hakkını alacaktır…

HAYIR! Kaçacak hiçbir yer yok. O gün varıp sığınılacak tek yer rabbindir. O gün insana yaptığı ve yapmadığı her şey haber verilecek,” (Kıyamet Suresi11-12-13)

Mahmut AKYOL

MÜSLÜMANIN MÜLK İLİŞKİSİ VE EŞİTLİK ANLAYIŞI

logo5

MÜSLÜMANIN MÜLK İLİŞKİSİ VE EŞİTLİK ANLAYIŞI

İslam’da ‘temerküz’ haramdır. Haram devam ettiği müddetçe ‘sosyal felaketler’ kapıları kıra kıra gelir!

Dinin afyon yüzü insanı boğar! Çünkü dinin afyon yüzünün merhameti yoktur, zulmü çağıran bir illettir. Eninde sonunda insanı dinsiz, ‘ateist’ yapar.

Esasında insanın dindar olup olmadığı güç ve servet sahibi olduğunda belli olur.

Varlığa sahip olmak, onu istif etmek değildir.

Başkasına ait olanı toplamanın hiç bir haklı tarafı yoktur.

Mülkü kullanmanın en mantıklı yolu, infaktır. Müslüman aklı infak etmeyi maalesef terk etmiştir.

“-EY İMAN EDENLER! Şu hahamların ve rahiplerin birçoğu, insanların mallarını hem haksızlıkla yiyor, hem de onları Allah yolundan alıkoyuyorlar. Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanları acı bir azabın beklediğini haber ver!” Tevbe: 34

En helal lokma, ‘İnsan için emeğinden başkası değildir.’ Necm/34

Çalmak’, ‘hırsızlık yapmak’ insanı doğrudan doğruya Cehenneme götürür.

O gün o biriktirip yığdıkları cehennem ateşinde kızartılacak ve alınları, böğürleri ve sırtları onlarla dağlanacak.  “İşte bu bencilce biriktirip yığdıklarınız; haydi, tadın bakalım” denilecek.” Tevbe:35

Dünyaya değişim sokaktan gelir. Hz. Muhammed’e değişim, ‘IGRA  diye geldi. Onunda ilk sözünden birisi, ‘Kölelere özgürlük’  oldu.

Anlaşılan o ki, Hz. Muhammed’e gönderilen vahiy tapınak dışıdır, sokağa hâkim olmak içindir. Yani ‘din,  ibadet ve ‘güzel ahlak’ hayattın dışında değil, içinde olan şeylerdir.

Tarih boyunca Peygamberler, ezilenlerin ve yoksulların ve hayatın sesi olmuşlardır.

***

Din ‘bir vicdan işi’ sözü, Fransız İhtilâli’ni yapanlara aittir. Bu tanım onlar için doğrudur. Çünkü bu tanım halkı kilisenin tahakkümünden kurtarmanın bir yolu olarak görülmüştür.

Hâlbuki din, vicdanla başlayan bir iştir.

Osmanlı Aydınları, Fransız İhtilâli’nden ciddi şekilde etkilemiştir. Siyasal yapı şöyle dursun, İslam’ı Roma Katolik Kilisesi’nin üzerinde yapılan reformlara gitmeye zorlamışlardır.

Denilebilir ki Fransız İhtilâli’nin İslam’a yaptığı en büyük kötülük buradan geldi. Yani 1789’dan itibaren İslam Dini hayattan/sokaktan çekildi. Kur’an Nusukların, ibadete giriş anlamına geldiğini haber veriyordu. Müslüman davranışları sokaktan çekilince sokaklar, ‘din,  ibadet ve ‘güzel ahlak’sız kaldı.

Yani, ‘laiklik’ kisvesine bürünen Müslümanlar; ‘din, ibadet ve ‘güzel ahlakı’ gizler oldular…

Kaldı ki din, ritüeller, semboller, imgeler üzerinden yeryüzünde insanlar arasında akar. Eğer bir din sadece cenaze namazlarıyla, kandil geceleriyle, cami kubbeleriyle ihya ediliyorsa, o din mutlaka sorgulanmalıdır.

Mesela Haccı ele alalım. Hacda bir ev var, evin etrafında dönersiniz, safa ile Merve arasında gider gelirsiniz, dikilmiş olan bir direk var, orada şeytan taşlarsınız. Elbiselerinizi çıkarır, ihrama girersiniz. Arafat’ta beklersiniz. Bunların hepsi semboldür.

Nihayetinde oralar, Allah’ın dağıdır/taşıdır. Oraların kutsallığı filan yoktur. Oralarda verilen mücadelelerin ve oralarda yaşanılan anıların bir değer ve anlam vardır.

Müslümanlar için Haccın değerli oluşu bundandır. Yani ailenize, insan ilişkilerine buralara geldikten sonra daha değer verirsiniz. İşte bunları size yaptıran haccınızdır. Bu yaptıklarınız sizin için bir ibadet olur. Bir ömür boyu böyle sürüp gider. Bütün bunları size nüsuklarınız kazandırır.

Eğer Allah’ı yüceltmek istiyorsanız, önce O’nun yarattıklarını yüceltin. Allah’ın suyunu, toprağını, havasını, canlılarını koruyup kollayın. Bu tavır sizi takvaya ulaştırır.

Mesela Namaz insana Allah’tan başkasına eğilmeme eğitimidir. Yoksa Allah’ın sizin ona eğilip kalkmanızdan, aç durmanızdan zevk aldığı filan yoktur.

Bütün bunları biz; kendimiz için yaparız. Bunlar bizi iyi, güzel ve doğruluğa götürmesi içindir. Sevgi ve merhamet sahibi olmamız içindir. Vermek ve paylaşmak içindir. Nifaktan kurtulmamız, infak etmemiz içindir. Yaptığımız nüsuk eğer bize bunları yaptırmıyorsa, o zaman biz bunları boşu boşuna yapıyoruz demektir.

Salât; sadece namaz değildir. Salât; destek istemek, yardımlaşmak/dayanışmak demektir. Namaz, oruç, hac, zekât, cihat, ölüm ve mezar kavramları İslam Dininin eşitliğine vurgu yaparlar. En sonunda da eşitlik yürüyüşü ve anlayışı, cennette yahut cehennemde son bulur.

***

İslami çevrelerde ‘eşitlik’ kavramı, daima itici oluşmuştur. Buna sebep İslam’da ‘eşitlik’ yok, ‘adalet’ var denilmiştir. Hâlbuki ‘eşitlik’ bir Kur’an kavramıdır.

İslam; inkılap, devrim ve dinamik bir harekettir. Lakin muhafazakâr anlayış hala bu mukayeseyi yapamamış ve anlayamamıştır. Kur’an’ı Kerim eşitlik kavramını yaratılışta, rızık ve rızık kaynaklarında, fizikî ve tabii farklar sebebiyle eşitliğin bozulmaması noktalarında kullanmıştır.

Kör ile gören eşit olur mu? Karanlık ile aydınlık eşit olur mu? Hacılara su verme ve Mescidi Haram’ı onarma ile Allah yolunda cihad eşit olur mu?” Teybe; 19,

Oturanlar ile malları ve canlarıyla cihad edenler eşit olur mu?” Nisa; 95,

Kendine bile sahip olmayan zavallı bir kul ile verdiğimiz rızıklardan gizli açık infak eden eşit olur mu?” Nahl; 75

İnsanın yaratılmasında Kur’an’da ‘sevâ/tesviye’ kelimesi kullanılmıştır. ‘Biçim verdi, düzenledi, tam yaptı’ sözler ‘sevâ’ kelimesinden türemiştir.

Bu sebeple insanın yaratılışı, rızık ve rızık kaynaklarının kullanılması, fizikî ve tabii farklılıkların ‘eşitliği bozmayacağı hususları üzerinde Kur’an titizlikle durmuştur.

Bizim buradan çıkarmamız gereken husus şudur:

Kuran’ın eşitsizliğe tahammülü yoktur. Öyle ki, yoksulluk boyutundaki eşitsizlik “Allah’ın nimetini inkâr”, açlık boyutundaki eşitsizlikse “Allah’a ortak koşmak” olmuştur.

Yani Kur’an’ı Kerim; ‘üstteki/alttaki, ezen/ezilen, zengin/yoksul, yöneten/yönetilen, doğulu/batılı, zenci/beyaz, kadın/erkek, asker/sivil, Alevî/Sünnî, Türk/Kürt, Arap/Acem, vs. eşitsizlikleri ve farklılıkları’ reddetmiştir.

Allah, bu eşitliği muhafaza etmeyenleri çok çarpıcı bir örnekle uyarmıştır:

EN BÜYÜK EŞİTLEYİCİ ÖLÜMDÜR!”

Kur’an Müminlere der ki:

Allah’ın zatını aramadan önce, mülkünü görün, anlayın, insanlığın başına ne belalar açtığı üzerinde düşünün. Çünkü bizi ilgilendiren taraf burası

Çünkü “Şirke” düşmek hep Mülk üzerinden olur. İnsanların Allah’ın mülküne ortak olmak hastalığı hep buradan başlar.

Malum olduğu üzere, insanlık tarihinin en temel sorunu; “Mülkün Allah’a ait olduğunun” reddi konusudur.

Buradan iki kavram ortaya çıkıyor:

Küfür/Kâfir, Şirk/Müşrik

Özetle söyleyecek olursak Müşrik, Mülke ortak olmak, Kâfirlik ise, Mülkün sahibini örtmek/tanımamak demek oluyor.

Mülkün Allah’a ait olduğunu kabul etmeme hali, Âdemden beri vardır ve kıyamete kadar da sürecektir.  Kur’an, Kâfirleri şöyle tanımlar: “Yeri ve Gökleri kim yarattı diye sorsanız, Allah derler.” Böyle demelerine rağmen bunu gizlerler.

Bir Mümin için Cennet, dünyevi bir ütopya, Ahiret ise; sonradan olacak olan bir iman ilkesidir. Yani “Cennet”, Müslümanlar için dünyada bir mekân olmayıp, bir haldir. Bu hal üzere dünyasını geçirenlerin Ahirette bu mekâna kavuşacakları söylenmiştir.

İşte bu bilgileri haber veren Kur’an, kaynağı bakımından Allah’ın sözü, insanlara seslenme ve ulaştırma bakımından kerim elçinin sözü olmuştur. Neden böyledir? Çünkü insanlar karşılarında Allah’ı değil; Elçiyi görmüşlerdir.

O elçide de bir kâhin, ruhban, sihirbaz, şair, filozof, bilim adamı ve felsefeci değildir. O emin, güvenilir, dürüst, içli bir kalbe, temiz bir vicdana, berrak bir ruha sahip biridir ve bu yönleriyle bize örnektir.

Kur’an’a iyi bakıldığında görülecektir ki Allah kendini bazen yoksulun, ezilenin, mağdurun, mazlumun yerine koyarak konuşur. Bu “Mecaz, Teşbih, Kinaye” dili anlamayanların tarihe düşeceği bir notu olmayacaktır!

Mahmut AKYOL